10 Aralık 2008 Çarşamba

Kapıyı Kimler Çalıyor!?

-(Ç)alıntı başlık, Kirkor Ceyhan, Kapıyı Kimler Çalıyor, 1999, Belge yay., İstanbul.
Yaklaşık bir ay önce tanıştım kendileriyle. Yurttaki kapımızda öyle delik falan yok. Kim tıkırdatsa açacaksın. Günlerden ne gündü hatırlamıyorum, Krakow’daki can yoldaşımız, en iyi dostumuz IKEA’dan 6zlotiye (3.5ytl) aldığımız, çıkardığı taka-tika-tuk sesleriyle uykumun orta yerinde beni uyandırsa da bana kendimi Sirkeci-Halkalı banliyö tren hattının babamla yaşıt, artık günümüzde tanımlanamayacak bir kokuya sahip 1953 Fransız yapımı eski vagonlarından birinde, Yenimahalle istasyonunda inmek üzere yol alıyormuşum gibi hissettirdiği için pilini çıkarıp bir köşeye atamadığım plastik çerçeveli saatimizin yelkovanı, hep ayrı yönleri göstermek zorunda olduğu sevdiğiyle “12”nin üzerinde bir kez daha buluşmak için emin adımlarla ilerliyordu. Yani kısacası saat 12’ye geliyordu. Ben odamda yalnız, bilgisayarımın başında oturmuş İstanbul’da bıraktığım arkadaşlarımı, dostlarımı; amca, dayı, yenge, hala, kardeş, yaya, dede, komşularımı, ha bi de sevdiğim kızı düşünüyordum. (Yalana Krakow’da alıştım, idare edin artık.)
Tak-tak-tak sesiyle irkildim (“Tak” Lehçede “Evet” demek bu arada). Kapı çalınıyordu. Ya da vuruluyordu diyelim.
Kapıyı açtım, karşımda 40’lı yaşlarında iki orta boylu, sarışın kadın. “Yahu benim bunlarla bir işim oldu da ben mi hatırlamıyorum!?” diye düşünmedim değil bir an. Lehçe bir şeyler söylemeye başladı ki ben “Przepraszam nie mowie po polsku” (Pardon, Lehçe bilmiyorum) deyip kapıyı nazikçe kapama hazırlıklarına giriştim. Sabırsızlığımı fark eden “Beata” muhtemelen Sovyet yadigârı İngilizcesini konuşturmaya başladı tabi. Misyoner olduklarını söyledikten sonra nereli olduğumu, adımı sordu. Bu iş daha dedemin doğduğu köye kadar gider diye düşünüp kısa kestim. Türkiye’den geldiğimi duyunca çok şaşırdı ve çantasından çıkardığı siyah klasörü karıştırırken bende Türkçe bir şeyler de var dedi. Klasöründen çıakrdığı “Yehova’nın Şahitleri” gibi bir başlık taşıyan bir broşürdü. Nazikle benim dinle, imânla işim yok gibisinden laflar edip postaladım kendilerini. Bu ilk ziyaretlerinin ardından bana kalan “Would you like to know the Truth?” (Gerçeği bilmek ister miydiniz?) başlıklı küçük bir broşür oldu.
Yaklaşık on gün sonra kendini “Beata” olarak tanıtan kadın bu sefer yanında 30-35 yaşlarında bi adamla karşımda duruyordu. Geçen sefer bahsettiği konular üzerine konuşmak için geldiklerini, zamanımın olup olmadığını sordu, yok dedim, nazikçe teşekkür edip uzaklaştılar.
Geçen hafta bir cumartesi sabahı misyoner arkadaşlarımız tekrar geldi. Kapıyı açan Serdar’dan odada olmadığımı öğrenip gerisingeri döndüler tabi. Bense 6 zlotilik Ikea malı duvar saatimizin taka-tika-tuk sesleri beynimde zonklarken Krakow’daki en ağır hangoverlarımdan biriyle çarpışıyordum.
Kaç haftadır ses yok misyoner kardeşlerimizden, kapımızı başka çalan da yok zaten.

7 Aralık 2008 Pazar

Varşova'da Dört Gece Beş Gün Cilt II

Varşova’da 90. Bağımzılık Yıldönümü Kutlamaları
Polonya’nın, namı-ı diğer Lehistan’ın zayıf düşmesini fırsat bilen komşuları Rusya-Avusturya ve Prusya 1772-1795 yılları arasında Lehistan topraklarını kendi aralarında paylaşarak koca ülkeyi Avrupa haritasından silmişler. Lehistan’ın bağımsız bir devlet kurması ancak I. Dünya Savaşı’ndan sonra, 11 Kasım 1918’de mümkün olmuş. Varşova’ya gitmemizdeki en büyük etken zaten 11-12 kasım pazartesi ve salı günleri derslerimizin olmayacağıydı. Cuma sabahtan yola çıkarak salı akşamına dek şehiri gezebilecek, ayrıca bağımsızlık kutlamalarını (resmi geçitleri, okunan bağımsızlık metinlerini, marşları vs.) da başkentte izleme “onuruna” erişecektik. Juho iki-üç yaşındaki çocukların ellerindeki Polonya bayraklarını nası heyecanla salladıklarını görünce o her zamanki hayret haliyle gözlerini açarak “geleceğin milliyetçi Lehleri” dedi. Okunan bağımsızlık metinleri, resmigeçitler, atlı askerlerden öte çok da ilginç bir şey yoktu Varşova’da.
Centre for Contemporary Art Ujazdowski Castle
9.11.2008 pazar günümüze Varşova Çağdaş Sanat Merkezi’ni gezerek başladık. Zuzana Sanat Tarihi öğrenimi gördüğü için daha ilk günden oraya gitmek istediğini söylemişti zaten bize. Çağdaş Sanat Merkezi’nin bulunduğu yapının hikâyesi ise ilginç.
1624 yılında inşa edilen “Ujazdowski Castle/Zamek Ujazdowski” Vasa Hanedanının ikâmetgahıymış. Polonya’nın son hükümdarı Stanislaus Augustus Poniatowski kaleyi Varşova’ya ihsan edinceye dek (1784) farklı kral ve soyluları konuk etmeyi sürdürmüş. 1809 yılında, Napoleon Savaşları sırasında ise ilk olarak askeri bir hastaneye dönüştürülmüş. İkinci Dünya Savaşı’nda “Ujazdowski Cuhmuriyeti” olarak adlandırılan kale vatanseverlerin tapınağı, yardıma muhtaçların sığınağı, gizli tıbbi operasyonların yapıldığı, yer altı yaşamının merkezi haline gelmiş. Tanıtım broşürlerinden birinde “400 yıllık kaledeç çağdaş sanat keyfi” falan gibi bir slogan görmüştüm. En büyük geçici sergi Yoko Ono’nun “Fly” adlı sergisiydi. Gezdim, gördüm, anlam yüklemeye çalıştım, yanılıyorum sandım; tekrar tekrar baktım. Ne yalan söyleyeyim, pek de bir şey anlamadım. İtiraf etmek gerekirse Yoko Ono’nun da kim olduğunu bilmiyordum. Google sağ olsun.
Sanırım ikinci kattaydı, L şeklinde yerleştirilmiş iki beyaz duvar, bir köşede şeffaf plastik bir kare leğenin içinde renk renk çıkmaz kalemler. İsteyen bir kalem alıp annesiyle ilgili aklından ne geçiyorsa, ne yazmak istiyorsa yazıyor. Ben de yazdım tabi bir şeyler, fakat daha da önemlisi fotoğraf makinamın objektifine takılan şu kareydi…





Varşova Varoşunda 30 dakika
Hostele check-in yaptırdığımızda elimize iki-üç çeşit Varşova haritaları, broşürleri tutuşturmuşlardı. Bunlardan biri müze, kafe, restoran, klüb ve görülmesi gereken yerleri tek tek açıklayan pembe haritaydı.
Wisla öyle bir nehir ki Polonya’yı boydan boya geçip ortadan ikiye bölünmedik şehir bırakmıyor. Krakow’da olduğu gibi Wisla Varşova’yı da ikiye bölüyor. Broşürlerden nehrin öte yanında turistlerin ilgisini çekebilecek çok fazla şey olmadığını okumuştum. Juho futbol maçına gittiği Fin arkadaşı Bekka’dan nehrin öte yanında da görülmesi gereken yerler olduğunu duymuş; en azından bizim de gidip sokakları, caddeleri görmemiz gerektiği konusunda hemfikirdik.
Nehrin Öte Yanı“Praga”da Rus Meydanı ve Pianist’in Çekiciliği
Geçen hafta sonu Wroclaw’da (Varşova gezisini yazmayı bitirince Wroclaw hakkında da yazacağım) tanıştığım, Varşova’da Erasmus öğrencisi olarak bulunan Romanyalı bi kız Praga denen yerin tehlikeli olduğunu söylediğinde farkına vardım elimizdeki fotoğraf makineleri ve haritalarla Praga sokaklarında yürürken insanların üzerimize yönelen garip bakışlarının bizim için pek de güvenli olmayan arkaplanının.
Rus Meydanı dedikleri yerin hikâyesi ilginç. Sovyetler zamanında St. Petersburg’tan Varşova’ya gelen trendeki Rus yolcuların Varşova ile karşılaştıkları ilk yer Praga’daki tren istasyonunun çaprazındaki boş meydanmış. Rusların yaşayacağı kültür şokunu hafifletmek amaçlı Rus kilise mimarisinin genel özelliklerini yansıtan bir Ortodoks kilisesi kondurulmuş meydanın ortasına. 1945 yılında ise Kilisenin hemen karşısına zembil aracılığıyla bir Sovyet Army Monument indiriliverilmiş. Bu Sovyet Ordu Anıtı’ndaki dört askerin hantal/tembel pozlarından dolayı Anıt “the four sleepers/dört uyurlar” olarak anılır olumuş. Öyle ki meydana baktığınızda kendinizi bir iki saniye de olsa Rusya’da hissedebilmeniz için her şey.
Pembe haritamızı incelerken bu Rus Meydanı’ndan 300-400 metre uzaklıkta görülmesi gereken bir yer işareti daha gördük. Bu basit bir sokaktı sadece. Sokağı özel kılan ise ünlü “Pianist” filminin bazı bölümlerinin bu sokakta çekilmiş olması. Pianist hakkında fazla şey söylemeye gerek yok, izleyemeyen yoktur herhalde.
Pałac Łazienkowski-Pałac na Wyspie/ Lazienki Palace- Palace on the Water
1683-89 yılları arasında Neoklasik tarzda Domenico Merlini adlı bir mimar tarafından inşa edilmiş Pałac Łazienkowski (Vajienki Sarayı). Sarayın bulunduğu devasa parkı İstanbul’daki Yıldız Parkı’na benzetmek mümkün. Parkın çeşitli yerlerinde köşkler, saraylar, çeşmeler var. En büyüğü ve önemlisi su üstüne inşa edilmiş Lazienki Sarayı idi. Son Leh krallarının ikametgâhı olan sarayın 100 metre ötesinde küçük bir amfitiyatro da vardı. Varşova’da ziyaret etmekten en çok zevk aldığım yer olduğunu söyleyebilirim...
Varşova Hakkında Yazamayacaklarım
Varşova’ya gideli neredeyse bir ay oldu hâlâ yaz yaz bitiremedim. Yazamadığım bir tek Warsaw Uprising Museum ziyaretimiz kaldı. Şimdi İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Varşova Ayaklanmasını uzun uza diye anlatıp blog okuyucularının canını topla tüfekle falan sıkmanın anlamı yok. Müzedeki ilgimi en çok çeken fotoğraf ise Pianist filminin kahramanı gerçek Pianist Wladyslaw Szpilman’ın fotoğrafı oldu.

5 Aralık 2008 Cuma

Varşova’da Dört Gece Beş Gün Cilt I

Bu ayın yedisinden on ikisine kadar beş gün-dört gece Varşova’daydım. Krakow’da geçirdiğim iki ay boyunca şehri bilen Krakowlulardan, Lehlerden ve Erasmus arkadaşlarımdan duyduklarım Varşova’ya karşı önyargılar beslemeye başlamama yol açtı. Zaten Erasmus programına başvurmadan önce yaptığım “googleing” sonucunda başkentin Krakow’dan daha ilgi çekici, daha tarihi ve daha yaşanılır bir şehir olmadığını izlenimini edinmiştim.
Varşova’da geçirdiğim dört gece-beş gün şehrin görülmesi gereken önemli yerlerinin tamamına yakınını görmeme yetti. İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Nazi bombalamarıyla birlikte şehirdeki on binadan sekizi yerle bir olduğundan 1950’lerden başlayarak Zümrüdü Anka kuşu gibi küllerinde yeniden doğmuş “Warszawa”. Hatta bence doğmakla kalmayıp şehrin göbeğinde gökyüzünü delmek istercesine yükselen Bilim ve Kültür Sarayı ve “Gökdelen”leriyle epey bir büyüyüp serpilmiş. Şehrin göbeğine oturtulmuş başka bir çirkinlik abidesi olan “Warszawa Centralna” tren istasyonunun kirli basamaklarını tırmanırken adeta beni karşılamak için sıraya girmiş olan gökdelenlerin yanımdaki Fin arkadaşım Juho’ya dönüp bir “Oh my god!” çekmeme sebep olacaklarını nerden bilebilirdim ki!

Hostel!
İnternetten bulduğumuz Nathan’s Villa diye şehir merkezine 500 metre uzaklıktaki bir hostelin 6 yataklı bir odasına günlüğü 55 zlotiden (35ytl) rezervasyon yaptırdık. Bir hafta-on gün öncesinden rezervasyon yaptırsaydık 10zloti daha ucuza kalabilirdik. Hosteldeki ilk gecemizde çok tuhaf bir olaya tanık olduk. Varşova’daki ilk gecemizi hostelde geçirmek istemediğimizden bir bara veya bir klübe gitmek üzere hostelden ayrıldık. Uyumak için döndüğümüzde saat üçe geliyordu. Sabah dokuz gibi uyandık. Yan ranzada uyuyan Kanadalı çocuk (Almanya’da okuduğunu, Varşova’ya haftasonu için geldiğini söyledi) gece uyumaya çalışırken yarım saat boyunca “terrible noise” diye nitelediği bir ses-çığlık-inilti duyduğunu, yarım saat boyunca uyuyamadığı için daha sonra da konsantre olup uyuyamadığını söyledi. (Biz gece hostele geldiğimizde, odasından çıkıp üstünde şortuyla resepsiyona gelen genç bir adam resepsiyonist kadına bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, kadının söylediklerinden anladığım kadarıyla “görüyorsun ki ben burda yalnızım ne yapabilirim” falan gibi cümleyle karşılık verdiğini tahmin ettim. Yavaş hareketlerle, elini telefona götürüp üç haneli bir numara çevirdi ve 15-20 saniyelik bir adres tarifinden sonra telefonu sinirli bir şeklide kapattı.
Ertesi sabah kahvaltıda…
Hostelde sabah 8-11 arası mutfak tezgâhına dizilmiş 9-10 çeşit reçel-bal ve tost ekmeğinden kendinize güzel bir kahvaltı hazırlama şansına sahiptik, ayrıca 24 saat boyunca çay ve kahveyi ücretsiz içebiliyorduk (bulaşığınızı kendiniz yıkamak zorundasınız tabi!).
Kahvaltıda Zuzana, gece hostele vardığımızda gördüğümüz şortlu genç adamın resepsiyondaki kadına bahçede ikinci kattaki odasının pencereyesinden aşağı düşen ve bağıran-inleyen bir kız olduğunu, ambulansa haber vermesi gerektiğini anlatmaya çalıştığını söyledi. Zuzana Slovakyalı olduğundan Lehçeyi çok kolay anlayıp, konuşabiliyor. Hostel içinde Juho ile giriştiğimiz küçük çapta bir araştırma sonucu kızın gece bir gibi hostele geldiğini, camı açıp sigara içmek istediğini ve dengesini kaybedip aşağı düştüğünü öğrendik. İşin garip tarafı ise kızın yarım saat boyunca bahçede “terrible noise” çıkarması ve bizim odada kalan Kanadalı çocuk dahil hostelde uyuyanların kıllarını bile kıpırdatmayıp uyumaya çalışmaları. Bu gairp olay dışında hostel kaldığımız süre boyunca her şey yolundaydı. Temiz odaları, banyoları ve mutfağıyla, güleryüzlü ve “friendly” çalışanlarıyla Nathan’s Villa Hostel’de kalmaktan memnuniyet duyduk!
Varşova’da İlk gün!
Krakow’dan Varşova’ya gitmenin en zevkli ve en kolay yolu tren yolculuğu yapmak olmalı! Ekspres dedikleri hızlı trenle veya normal trenle yolculuk etme şansınız var. Öğrenciyeniz ekspres biletiniz 58 zloti (35ytl) olacaktır. Yaklaşık üç saatlik bir yolculuktan sonra kendimizi “Warszawa Centranla” tren istasyonunun basık atmosferinden bir an evvel kurtulmak amacıyla basamakları hızlı hızlı tırmanırken bulduk...
Bilim ve Kültür Sarayı
Şehrin merkezindeki, eski adıyla Josef Stalin Bilim ve Kültür Sarayı (Pałac Kultury i Nauki imienia Józefa Stalina- PKİN) 1952-55 yılları arasında Stalin’in emriyle 3500 Sovyet işçisinin (bunlardan 16’sı inşaat süresince meydana gelen çeşitli kazalar sonucu ölmüş) gece gündüz çalışmasıyla inşa edilmiş. Sovyet rejiminin dağılmasından sonra Stalin’in ismi binanın içi ve dışındaki çeşitli heykellerden ve salonlardan silindiği gibi, yapının isminden de kaldırılmış (bugünkü adı: “Bilim ve Kültür Sarayı”). Mimarisi o dönemde inşa edilen Sovyet “gökdelen”leriyle benzerlikler taşımakta, öyle ki aynı zamanda Moskova Devlet Üniversitesi binasının da mimarı olan Lev Rudnev’in Kültür ve Bilim Sarayı’nı tasarlarken adeta Üniversite binasından kopya çektiğini düşünmemek elde değil. 42 katlı yapı 231 metrelik uzunluğuyla Avrupa Birliği’ndeki 7. Dünyadaki 187. en uzun bina unvanına sahip. Ayrıca Tokyo’daki NTT Docomo Yoyogi Building’in 2002 yılındaki açılışına dek dünyanın en uzun saat kulesi unvanına da sahipmiş (şu an en uzun ikinci saat kulesi).
Hostele kaydımızı yaptırdıktan sonra soluğu binanın 30. katındaki terasta aldık. Varşova’yı 114 metre yükseklikten seyretmenin maliyeti 15 zloti. Terasın öyle aman aman görülmesi gereken bir Varşova manzarası yok. Zaten Varşova’nın öyle mutlaka görülmesi gereken bir manzarası olduğuna da inanmıyorum.
Yapıyla ilgili en ilgi çekici nokta ise Varşovalıların binaya taktıkları lakaplar. Stalin's syringe (Stalin’in Şırıngası), Russian Wedding Cake (Rus Düğün Pastası), Pajac (Soytarı- Lehçedeki Pałac[Palace] kelimesine yakın bir telaffuzu var) ve en ilginç olanı ise “Pekin” (yapının isminin kısaltılmış hali PKİN).
Ayrıca binanın 11. ve 12. katında Collegium Civitas adlı bir üniversitenin bulunuyor oluşu da bir diğer ilgi çekici nokta.
Varşova’da bir sergi: “Orientalizm”
Cumartesi günü Zuzana ile Varşova’nın en önemli müzelerinden biri olan Muzeum Narodowe’yi gezdik. Juho Varşova’da yaşayan Fin bir arkdaşıyla buluşup bir futbol maçına gittiği için bizle gelemedi (Juho’nun gittiği her şehirde bir futbol maçına gitmek gibi garip bir hobisi var). Halk Müzesi’ndeki geçici sergi üçte biri Osmanlı İmparatorluğu’yla alakalı olan “Orientalizm” adlı sergiydi. Ayrıca sergi süresince 17.10-21.12.2008 tarihleri arasında düzenlenecek olan etkinlikler broşürünü incelerken birkaç tanıdık isme de rastladım. 7 Aralık Pazar günü saat üçte Nuri Bilge Ceylan’ın İklimler (Klimaty) adlı filmi gösterilecekken Prof. İlber Ortaylı da 18 Kasımda “Türk Tarihçilerin Gözünde Polonya”(Polska w oczach historiografow tureckich) adlı bir konferans verecekmiş.
Varşova Halk Müzesi’nin sanatsal ve tarihi açıdan ne kadar zengin/fakir olduğunu hakkında da bir şeyler söylemek isterdim ama henüz ne sanattan ne de tarihten böylesi bir teşhiste bulunabilecek kadar anlamıyorum.
Eski Yahudi Mahallesi
Krakow’da olduğu gibi Varşova’da da İkinci Dünya Savaşı öncesinde Yahudilerin yaşadığı bir Yahudi Mahallesi/Bölgesi varmış. Ghetto dedikleri yere gitmedik, zira yıkık iki parça duvardan başka bir şey bulamayacağımızı biliyorduk. Gökdelenlerle çevrelenmiş şehir merkezinin içinde sayılabilecek bir yerde bulunan Varşova’nın ayakta kalmayı başaran tek sinagogu Nożyk’i ve hemen 100 metre uzaklığındaki eski Yahudi sokağını gezmek daha cazip gelmişti bize. Cumartesi günü Sinagog’un kapalı olacağını akıl de edemediğimizde ne içini görebildik ne de restorasyon gördüğü için dışını. Bu kısa ziyaretimizden çıkardığım şey ise o iki yanı uzun eski binalarla çevrili dar sokakta yaşayan insanların en azından dünyanın başka bir yerlerinde de olsa artık nefes alamadıklarını, yaşayamadıklarını düşündükçe elinde fotoğraf makinesiyle şehri gezip-görmeye gelmiş bir turistten daha fazlası olduğunuzu hissettiğiniz. Sinagogun bulunduğu yeri terk ederken oradaki banklardan birinde oturan 80 yaşlarında, beyaz saçlı, hafif kamburu çıkmış bir kadın usulca seslenerek bizi yanına çağırdı. Ben ve Zuzana her zamanki gibi kadını Varşova’daki binlerce dilenciden biri sanarak yolumuza devam ettik. Yaklaşık on beş metre sonra dönüp arkama baktığımda Juho’nun kadınla bir şeyler konuştuğunu gördüm. Juho’nun merhaba-nasılsın-iyi günler üçlüsünden ibaret Lehçe kapasitesiyle kadınla konuşmasının imkansız olduğunu bilmem merakımı daha da artırmıştı. Yanlarına yaklaştığımda bu yaşlı kadının ne kadar akıcı bir İngilizceyle kendini ifade ettiğini gördüğümde ise baya şaşırdım. İsimlerimizi, nereden geldiğimizi, neden Polonya’da olduğumuzu, ne okuduğumuzu sorduktan sonra eğer istersek bize Sinagog’un hikâyesini anlatabileceğini söyleyip, bizim tereddüt içinde birbirimize baktığımızı görünce bunun için para istemeyeceğini de ekledi. İstersek Almanca veya Rusça olarak da anlatabileceğini (Rus Filolojisi okuduğumu duyunca şaşırmıştı) söyledi fakat bizden olumlu bir yanıt bulamayınca hikâyesine başladı. Varşova’da İkinci Dünya Savaşı öncesi büyüklü küçüklü 500’den fazla Sinagogun bulunduğunu fakat birkaç tanesi hariç hemen hemen hepsinin savaş zamanında yerle bir şehrin geri kalanı gibi yerle bir edildiğiyle başladı ve 500 rakamının bizi yanıltmaması gerektiğini Yahudilerin her köşeye sinagog dikmeye meraklı olmadıklarını; fakat Musevilikteki herhangi bir sinagoga ibadet etmeye gidip geri evinize dönerken kat ettiğiniz mesafenin 2000 adımı geçmemesi gerektiği kuralından dolayı şehirdeki sinagog sayısının bu denli yüksek olduğunu söyledi. Varşova’daki bu son sinagogun ise aslında ilk inşa edildiğinde Nozyk adlı bir tüccarın özel sinagogu olduğunu fakat bu tüccarın daha sonra sinagogu bütün Yahudilerin kullanımına açtığını söyledi. Varşova’daki bir diğer eski büyük Sinagog’un bugünkü pl. Bankowy’daki, tepesinde “Peugeot” yazan gökdelenin yerinde bulunduğunu anlatırken gözleri dolmuştu. Gözlerimizin hayretle açıldığını görünce elini 9-10 tane dergi ve poşetlerle dolu eski çantasına uzatırken Yahudilerin özel günlerinde yapıp yedikleri “Hala” adlı bir kurabiyeden(?) söz açtı. Çantasında 4-5 tane bu kurabiyelerden olduğunu eğer istersek bu yaşlı ve fakir ihtiyara verebileceğimiz ikişer zloti karşılığında onları bizimle paylaşabileceğimizi söyledi. Bir buçuk-ikişer zloti uzatıp çantasından çıkardığı beyaz poşeti aldık. “Hala”ları elimizde taşımamamız gerektiğini söyleyip Zuzana’dan poşeti çantasına koymasını istedi. Ayrıca çantasındaki dergileri de 9-10zloti karşılığında bize satabileceğini de söyleyip hemen ardından “ama olmaz, pahalı gelir bu size, öğrencisiniz siz dedi. Dergilerden biri yanlış hatırlamıyorsam Varşova hakkındaydı ve kapağında Putin’in resmi vardı. Hoş sohbetimizin içine para karışıncaya dek her şey güzeldi, “hala”ların akıbetiniyse akıp giden bu satırlarda bulacaksınız.
Polonya’nın 1939 öncesi ve sonrası Yahudi popülasyonu hakkında daha geniş bir yazı yazacağım, fakat eften püften bir şey olmasını istemediğimden önce biraz zaman yaratıp araştırmam lazım…
Varşova Üniversitesi Kütüphanesi
Yahudi Mahallesinden sonraki durağımız Wisla nehri kıyısındaki Varşova Üniversitesi Kütüphanesi oldu. Juho futbol maçına gitmek için yanımızdan ayrılmıştı. Kütüphaneni şu an bu yazıyı yazdığım Jagiellon Üniversitesi Kütüphanesi’nden (Biblioteka Jagiellonski) daha büyük olduğunu sanmıyorum; fakat çok daha modern dizaynı, giriş katındaki kitabevleri, kafe ve restoranlarıyla bir kütüphaneden çok daha fazlası olduğunu haykırıyor gibiydi. Kütüphaneye giriş kartımız olmadığından Jagiellon Üniversitesi’nden aldığımız öğrenci kimliklerimizi göstererek şansımızı denedik fakat güvenlik görevlisinin ayak bileklerimize taktığı prangaya uygun gördüğü uzunluk 6-7 metreden fazla değildi. Güvenlik kapısından kütüphane girişinde bulunan dört uzun sütuna kadar iznimizin olduğunu söylemesine rağmen biz kütüphanenin her yerini gezdik. Kütüphanede kaç kitap var neyi nerde barındırıyorlar falan filan gibi bir araştırma yapmadım, fakat bügune kadar İstanbul’da öyle bir kütüphane görmediğimi söylemem yeterli olacaktır herhalde. Kütüphanenin içini gezdikten sonra girişteki küçük açık büfeden bir şeyler yedik. Ağzına kadar doldurduğum plastik tabağa kaç para ödeyeceğimi merak ederken büfede çalışan Leh kızın tabağımı küçük bir tartıya koymasıyla “çiternaşçe/14” (zloti) demesi bir oldu; zira yemekler kiloyla satılıyordu. Yemekten sonra Zuzana çantasındaki “hala”ları hatırlatıp denemek istemediğini ve onları çöpe atacağını söyledi. Sırf merakımdan belki de günlerdi o pis çantada duran “hala”lardan birini elime aldım ve kenarından usulca ısırdım. Biraz şekerli ve sıradan bir tadı vardı, “nothing special” deyip “hala”ları Varşova Üniversitesi Kütüphanesi’nin küçük çöp kutusuna bıraktım…

1 Aralık 2008 Pazartesi

Krakow’daki en mutlu gün!

Saat 18:45 gibi (tam bir saat önce) bir haftadır hazırlamayıp, hocadan kaçtığım St. Petersburg’taki “Kunstkamera” müzesi sunumumu sunmak için enstitünün yolunu tuttum. Şahsına münhasır hocamız Janusz Swiezy’nin ofis saatlerini değiştirdiği öğrenince de baya bir üzüldüm.
Sabah resepsiyoniste Türkiye’den bir paket beklediğimi, paketi teslim almam için ne yapmam gerektiğini sordum. Oda numaramı sorup arkasını döndü ve 111N kutucuğundan küçük bir kağıt çıkarıp yurda 600metre uzaklıktaki küçük bir posta ofisini yarım ingilizcesiyle bana tarif etti. Aslında paketi yarın sabah gidip teslim almayı düşünüyordum ki, enstitüden çıktığımda resepsiyonist adamın paketi bugün de saat 18:00-20:00 arası teslim alabileceğimi söylediğini hatırladım. Yürüdüm, bu soğuk havada usanmadan yürüdüm! Tam 800 metre! :)
Posta ofisine vardığımda omuzumda asılı duran laptopumdan başka yanımda garip bir adrese, dünyanın öbür ucuna postalanacak sarı saman kağıdına paketlenmiş kitaplar olmadığını fark edince durumu pek garipsemedim diyemem! Ha bir de pek bir arkadaş canlısını olan Beyoğlu postahanesi çalışanlarına da Krakow’dan selam yollamak lazım! Sizi ne çok özledim bilemezsiniz! Dönünce bütün posta işleriyle ben ilgileneceğim! Beni posta işlerinden sorumlu müdür yapar mı acaba birileri? :)
Şu an yanımda, “dostum” (bu kelimeyi kullanırken kendimi 50 senelik köşe yazarları gibi hissediyorum) Serdarla paylaştığım 111N adlı sevimli küçük yuvamızdaki küçük çalışma masamın köşesinde duran dört kitap, iki de yayın kataloğunun verdiği mutluluğu laptopumun başında harcamak istemediğimden “language evening”e gitmek üzere yazıyı bitiriyorum. Başta PTT ve Poczta Polska olmak üzere yayında ve yapımda emeği geçen bütün arkadaşlarıma şınorhagalutyunlarımı haydnellemeyi bir borç bilirim! :)
Oda arkadaşına bir özür: Özenle hazırlanmış paketi parçalamaya gönlüm razı olmadığından ekmek bıçağımızı (hani geçen gün şokellaya daldırıp kullandığın var ya!) kullanmak zorunda kaldım, biraz bant kokuyor falan ama idare et gece dönünce yıkarım! :)

16 Kasım 2008 Pazar

Krakow’daki İlk İki Ay

Tam iki aydır Krakow’dayım. Asıl amacım Krakow’da geçirdiğim her ay sonunda birer “kendi kendine hasbihâl” niteliği taşıyan yazılar yazmaktı. İlk ay sonunda oturup yazımı yazamadığımdan, hedefi ıskalamış bulundum. Zaten daha neleri ıskalamadım ki Krakow’da geçirdiğim bu iki ay boyunca?
İlk ve en önemli hedef olarak belirlediğim Lehçe öğrenme hedefime ulaşıyorum. Beş ayın sonunda İstanbul’a döndüğümde hiç de küçümsenemeyecek bir Lehçe kapasitesine sahip olacağımı hissedebiliyorum. Fakat kendime ciddi bir itirafta bulunmak cesaretini gösterirsem benim için Lehçeden çok daha önemli olan Rusçada aynı başarıyı ve tempoyu tutturamadığımı söylemeliyim. Son bir haftadır ciddi şekilde sorunun nerede olduğunu düşünüp durur oldum. Sorun şu ki, Lehçeyi oturup planlı ve programlı şekilde çalışıp öğrenmiyorum, sokakta, tramvayda, kafelerin-restoranların menülerinden öğrendiklerimi Rusça sayesinde çok hızlı bir şekilde algılayıp, kullanabiliyorum. Rusça içinse durum biraz farklı. Günde en az iki saat planlı şekilde çalışıp, verilen ev ödevlerini düzenli şekilde yaparak hızlı ve güvenilir bir ilerleme kaydedeceğim açık. Peki çözümü biliryorsun da niye uygulamıyorsun diye sormazlar mı adama?
Bu sorunun da cevabı basit. Zira burda yaşadığım hayat benim hayatım değil, iki aydır hedeflediğim birçok şeyden sanki adım adım uzaklaşıyormuşum gibi hissediyorum. Haftada en az iki geceyi pek de hoşlanmadığın müziklerin çalındığı bir gece klübünde veya bir ev partisinde geçiriyorsun. Kaç defa bir “club”a gittim İstanbul’da? Bir? İki? Hadi dört diyelim. İlk başlarda pek de şikayetçi olmadığım bu duruma derslerimi etkilemeye başladığı anda bir son vermem gerektiğini anladım.
Geçen hafta yine her hafta olduğu gibi bir Rusça teste tabi tutulduk. Sınıftaki diğer Erasmus öğrencileri olan Belçikalı üç kız aynı zamanda hem Lehçe hem de Rusça çalıştıkları için onların test kağıdı da Leh öğrencilerinkiyle aynıydı. Hoca önüme boş bir A4 kağıdı koyup süpermarkete gittiğimde kahvaltı, öğle yemeği ve akşam yemeği için neler aldığımı on beşer kelimeyle anlatmamı ve en favori üç filmimi özetlememi istediğinde şok oldum. Krakow’daki en kötü günümdü belki, test kağıdını yarı boş olarak hocaya teslim edip sınıftan çıktıktan sonra “kendi kendimle hasbihâl” çoktan başlamıştı bile. Üç senedir çalıştığım bir dilde yaptığım alışverişi anlatamıyorsam? En sevdiğim iki üç film hakkında iki lafı bir araya getirip yazamıyorsam?
Yurt hayatına alıştım diyebilirim. Haftada iki kez de olsa akşamları yemek yapıyoruz. Makarna, haşlanmış patates falan yiyiyoruz. Çarşamba günü gidip kendime slip mayo, bone ve gözlük aldım. Yurda iki ve sekiz dakika yürüyüş mesafesinde iki tane havuz var. Bir saat yüzebilmek için 7 zlotiyi (4ytl) gözden çıkarmanız gerekiyor. Haftada en az üç gün havuza gitmeye karar verdik.
İki aydır kitap okumadım. Geçen yıl Tüyap kitap fuarında Varlık Yayınları’nın standından satın aldığım Anna Ahmatova’nın “Ardından”ını okumaya çalıştım, çeviri Almanca-Rusça bir baskıdan yapılmış, olmamış diyebilecek kadar incelemedim ama sinmedi içime. Eylül başında Rober’in hediye ettiği Kundera’nın “Yavaşlık”ına gitti elim birkaç kez. Otuz-kırk sayfa da okudum hani. Sonra bir baktım bir kelime: “Sofracı”. Merak ettim internetten araştırdım Vikisözlük’te karşıma çıktı: “Saraylarda sofrayı kurmak, kaldırmak, yemeği dağıtmak gibi işlerle görevlendirilmiş kimse”. Kitapta söz konusu olan mekan saray falan değil, bir restoran. Çevirmenin “sofracı” dediği şahıs ise özgün Fransızca metinde çok büyük bir ihtimalle “garçon” olarak geçiyordur. “Garson” yerine “sofracı”yı tercih etmek için bir kez düşünmek yetmeyebilirdi bence. Her neyse, Özdemir İnce’ye Türkçe öğretecek değilim.
Burada hayat farklı yürüyor. İnsanların yedikleri farklı, içtikleri farklı, düşünmek zor
unda oldukları, olmadıkları farklı. Hemen hemen her şeyin alıştığınızdan farklı biçimde yaşandığı farklı bir şehirde, farklı bir ülkede yaşamanın dayattığı farkındalıklara göre bir yaşam çizmek bazen sıkıcı olabiliyor. İstanbul’da yayaya kırmızı yanıyorken karşıdan karşıya geçmenin cezası var mı bilmiyorum; ama burada yakalandığımda 100 zloti ceza ödeyeceğimin farkındayım ve gece yolda bir tek araç bile yokken ışığın yeşile dönmesini beklemem gerekiyor. Meraklısı olduğumdan değil ama, sokakta içki içmenin cezası da aynı. İnsanların yedikleri farklı şeylerle de aramın pek iyi olduğu söylenemez. İki aydır Krakow’dayım fakat henüz üç-dört haftadır Leh yemeklerini denemeye başladım. Çorbaları hoşuma gitti. En favori yemeğim “barszcz z kroketiem”. Küçük bir kase içinde sunulan, Rusların geleneksel çorbası “Borşç”u sevmedim diyemem, yine küçük bir tabakta birkaç dilim salatalık ve domates eşliğinde sunulan, içi tavuk etiyle dolu kroketin ise Slav mutfağına özgü bir yemek olduğunu sanmıyorum. Bir gün de “Ukrayna Borşç”u dedikleri çorbayı denedim yurdun yemekhanesinde. Diğer borşçtan farklı olmak üzere içinde havuç rendesi, fasülye taneleri ve ne olduklarını anlayamadığım dört-beş tür sebze daha vardı. Her resrotanda türlü çeşitleriyle karşılaşabileceğiniz “żurek (Jurek)”le de aram iyi. Şimdiye kadar yumurtalısını (çorba tabağının orta yerinde öylece duran haşlanıp soyulmuş yumurtayı gördüğümde şok olmuştum) ve patatesli-sosislisini denedim.
Varşova’da Çek mutfağıyla da ufak çapta bir temasta bulundum. Varşova’daki il
k gecemizde gittiğimiz ve gayet popüler olduğunu düşündüğümüz (restoran tıklım tıklım doluydu ve fiyatlar diğer restoranlarınkinden çok daha yüksekti) Çek restoranı “U Szwejka”da (Şvayk’ın Yeri) içtiğim kekikle süslenmiş dağ/orman mantarlı geleneksel Çek çorbası çok lezzetliydi. Ayrıca “Old Town” dedikleri Varşova’nın en turistik yeri olan bir restoranda denediğimiz geleneksel Macar yemeği Gulaş’ın tadı da (Gulyás- Macarcada sığır güden kişi, çoban demekmiş) fiyatının 19zloti (11ytl) olduğunu öğrenene dek çok lezzetliydi. Menüdeki “19zloti”yi “12zloti” olarak görüp siparişi vermemize sebep olan arkadaşım Juho ise üzgündü.
İki hafta önce bir akşam vakti, meydandaki Adam Mickiewicz heykelinin altındaki mermer-banklardan birinde yalnız başıma oturuyordum ki Krakow’da her köşebaşında karşılaşabileceğiniz dilencilerden birinin bana doğru yürüdüğünü fark ettim. Turist olduğum her halimden belli olac
ak ki benimle İngilizce konuşmaya çalıştı ilk önce, başımdan savmak için İngilizce bilmediğimi söyledim, Almanca konuşmaya çalışınca çok az Rusça konuşabildiğimi itiraf ettim. Rusça biliyor olduğunu tahmin etmek çok zor olmasa gerekti çünkü 55-60 yaşlarında (sonradan tam 60 yaşında olduğunu öğrendim) gösteriyordu. Önce nereli olduğumu sordu ve Türkiye’li olduğumu duyunca Atatürk’ten ve İstanbul’da bahsetti. Boğaz’ı ve Aya Sofya’yı biliyordu. Türkçe ve Arapçanın ayrı iki dil olduklarını bildiğinin vurguladıktan sonra belki anlarım umuduyla Arapça kelimeler sarfetti. Adımın Ararat olduğunu öğrenince çok şaşırdı ve Ermenistan’da bulunan, Ermeniler için önemli bir dağ olduğunu söyledi. Tabii ki dağın Türkiye sınırları içerisinde bulunduğunu söyledikten sonra Ermeniler hakkında anlattıklarını dinlemeye devam ettim. Kendisinin de yakınlarında bir köyde doğduğu Łódź şehri yakınlarında bir yerlerde yaşayan iki baba-oğul Ermeni tanıdığı olduğunu babanın adının Ruben olduğunun oğlunun adını hatırlayamadığını söyledi. Büyük ihtimalle Sovyetlerden göçmüş olabileceklerini tahmin ettiğim bu iki Ermeni hakkında birkaç tatlı söz söyledikten sonra usulca Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni Soykırımı’ndan haberdar olduğunu söyledi. Türkiye’de kadınları çarşaf kullandıklarını Türkiye’nin koyu müslüman bir ülke olduğunu bildiğini söyledi, anadili olduğu için Lehçe; Rusça, İngilizce ve Almanca konuşabiliyordu. Bildiği dilleri okulda öğrendiğini, sekiz yıldır Krakow’da yaşadığını, evsiz ve işsiz olduğunu sıralarken avucundaki 2 zlotiyi hissedince teşekkür etti ve beni yalnız bırakmak için en uygun anı kollamaya başladı. Adı Macek olan bu Leh dostumun yanımdan ayrılırken kulağıma fısıldadığı Rusça cümleyi bugünlerde unutmamaya özen göstersem iyi olacak: “Ben çok gezmedim, işsizim, evsizim; ama çok kitap okurum.”

2 Kasım 2008 Pazar

Yeni Oda Arkadaşımız “SPÇi”

Tam bir aydır Zaczek’te yaşıyoruz. Son iki haftadır depo görevlisine uyguladığımız presin meyvesini geçtiğimiz salı sabahı saat 08:20 gibi aldık. İki haftadır bizi bugün git-yarın gel diyerek oyalayan ve havlu-çarşaf-yorgan kılıfı gibi en basit ihtiyaçlarımızı bile anında karşılamak yerine her seferinde “pliz kontak mi leytır” diyerek sıvışan görevliyi önümüze kattığımız gibi buzdolaplarının saklandığı odaya yollandık. İçeri girdiğimizde odanın ortasına gelişigüzel atılmış, ikisi çok küçük, biri çok büyük bir diğeri de orta boyda dört yaşlı buzdolabı tarafından karşılandık. Küçük olanların hiç çalışmadığını, büyük olanın çalıştığını, orta boylu olanın, yani yeni oda arkadaşımız “Spçi”nin de idare edecek kadar çalıştığını söyledi. Büyük olanı alsaydık odada bize hareket edecek yer kalmayacaktı, öyle ki “Spçi”yi evlat edinmekten başka çaremiz yok gibiydi. Buzdolabının içini eliyle şöyle bir yoklayıp ışığının da yandığını görünce “tamamdır abi aradığımızı bulduk” onayını veren Serdar’ın gazıyla buzdolabını sırtladığımız gibi tekerlekli arabaya koyup küçük ama sevimli 111N’mizin yolunu tuttuk...
Spçi’nin dışı içinden daha soğuk, benimle yaşıt olduğunu tahmin ettiğim motoru üç buçuk dakikada bir üç saniyelik bir “hırrrrrr” sesi çıkarıp “tıkk” deyip duruyor. Kapısını açmak üç-dört saniye sürebiliryor; zira birden açmaya kalkarsanız ön sol ayağı olmadığı için dolap öne düşüyor, kapısını açmayı başarsanız bile nefesinizin tutmadan karşısında durmak cesaret istiyor. Anlık bir yanılgıyla sahiplendiğimiz bu yardıma muhtaç arkadaşımızla yarın sabah depo açılır açılmaz vedalaşacağız.

1 Kasım 2008 Cumartesi

Krakow’da Ders Zamanı

Krakow’a gelmeden önce aklıma takılan ilk ve en önemli sorulardan biri Rusçadan uzaklaşıp uzaklaşmayacağımdı. Geçen yıl Krakow’da öğrenim gören sınıf arkadaşlarımızdan Rus Dili ve Kültürü üzerine çalışan Leh öğrencilerin Rusça seviyelerinin epey bir yüksek olduğunu ve bu yüzden Rusça derslere katılma şansı bulamadıklarını duymuştum. Açıkçası planım Rusçamı geliştirmekten çok unutmamak, diğer yandan İngilizce dersler seçerek İngilizcemi geliştirmek ve aynı zamanda Lehçe kursum sayesinde Lehçe öğrenmekti.
Öğrenim gördüğümüz Jagiellonian University 2008-09 eğitim-öğretim yılına Ekimin ilk haftasında başladı. Ekimin beşinden itibaren ders seçme sürecimizin başladığını ve iki, en geç üç hafta içinde sömestr boyunca takip etmek istediğimiz dersleri belirlememiz gerektiği daha önceden bildirilmişti. İki veya üç günde bir güncellenerek mail adresime gönderilen üniversite bünyesinde okutulacak olan İngilizce dersler programından ilgimi çeken dersleri belirledim ve deneme amaçlı olarak derslere katıldım. Deneme derslerin sonucunda haftalık ders programıma son halini vermiş oldum:
“History of Polish Culture” (Leh Kültürü Tarihi),
“Contemporary Polish Film I” (Çağdaş Leh Sineması I),
“Yiddishkeit – Language and Culture of Ashkenazi Jews”
(Yidiş­ - Aşkenaz Yahudilerinin Dili ve Kültürü),
“Social Life Under Communism. The Polish Case”
(Komünizm Etkisinde Sosyal Yaşam. Leh Durumu/Meselesi),
“Kultura Rosji i Narodów Sąsiednich
(Rusya ve Komşularının Kültürü [bu seçtiğim tek Rusça ders]),
“Polish Language Course” (Lehçe Kurs).
Programımdaki tek Rusça ders için 2x90dk. gramer, 2x90dk. konuşma ve dinleme dersi olmak üzere haftanın dört günü fakülteye gitmek zorundayım. Diğer İngilizce derslerimin her biri ise haftada sadece 90 dakika işlenmekte. Lehçe kursumuz haftada iki gün, günde 130 dakika. Zaten eylülde iki haftalık “Polish Survival Course”a katılıp sınavı verdiğimiz için Lehçe kursumuza ikinci seviyeden başladık. İngilizce ders veren bütün hocaların İngilizceleri yeterli seviyede, özellikle Leh Kültürü Tarihi dersini okutan doçentin İngilizcesi çok akıcı ve İngilizce ders dinleme alışkanlığım olmadığından ders sırasında not alamıyorum. Derslerden geçmeniz için ya sınavı vermeniz ya da 6-10 sayfa uzunluğunda bir makale yazmanız gerekiyor.
İstanbul’da üçüncü sınıfa geçmiş olmama, yani üç yıldır Rusça çalışıyor olmama rağmen burda ikinci sınıf öğrencilerinin derslerine girmek zorundayım. Sınıf A-B-C olmak üzere üç gruba ayrılmış. Rusça çalışan diğer Erasmus öğrenci arkadaşlarımızla gruplarımızı seçmeye gittiğimizde C grubunun seviyemin altında kalacağını düşünerek B grubuna girmeyi istedim; kordinatörümüz B’de yer kalmadığını belki A grubunu denememin benim için daha faydalı olacağını söyledi. A gurubunun seviyesi diğer İngilizce dersler ve Lehçe kursumla beraber yürütemeyeceğim kadar yüksekti, şu an derslerine girdiğim B grubundaki öğrencilerle hemen hemen aynı seviyede olduğumu ve dersleri rahatlıkla takip ettiğimi söyleyebilirim.
Leh Kültürü Tarihi’nin ilk dersinde not düşmeye değer bir şey oldu. Polonyalıların tarih boyunca nasıl adlandırıldıklarından bahseden hoca “Leh” kelimesinden söz açtı ve bugün bütün dünyada “Polonya”nın “Poland”, “Polonyalı-Polonya dili”nin de “Polish” olarak bilindiğini ve dünya üzerinde sadece tek bir dilde “Leh” ve “Lehistan” kelimesinin kullanılageldiğini tekdüze ve her zamanki gibi kendinden emin ses tonuyla söyleyip sorgulayan gözlerle sınıfı süzdü ve cevap bulamayınca devam etti: “Turkish!!!”. Daha ilk günden hocanın karizmasını 35-40 Erasmus öğrencisinin önünde yerle bir etmenin pek hoş karşılanmayacağını düşündüm ve dersten sonra yavaşça kürsüye yaklaşıp Ermeni olduğumu, Ermenice bildiğimi ve Ermenicede de “Lehistan/Lehasdan-Leh” sözcüğünün kullanıldığı söyledim. Şaşkın gözlerle bana bakan hocanın dudaklarından dökülenler şunlar oldu: “Ooo! I did not know that, i really did not know that, thank you very much, thank you” oldu. Nazikçe Ermenilerin ve Türklerin yüzyıllarca birlikte yaşadığını ve muhtemelen Ermenicenin Türkçeden etkilendiğini anlatmaya çalışan Janusz Barański bir an evvel dışarı çıkıp pis pis sırıtmayı sabırsızlıkla beklediğimi hissetmemiştir umarım. Dersler hakkında yazmayı sürdüreceğim…
Resimler
1-"Social Life Under Communism. The Polish Case" adlı dersi işlediğimiz sınıfın da bulunduğu üniversitenin ana binası "Collegicum Novum"
2-Lehçe kurs gördüğümüz Polonistik Enstitüsü

28 Ekim 2008 Salı

Krakow’da bir komünist kafe “Propaganda”

Geçen Pazar akşamı nereye gidelim ne yapalım diye düşünüp duruyorduk ki aklımıza arkadaşlarımızdan defalarca methini duyduğumuz Krakow’daki en meşhur “komünist kafe” Propaganda geldi. Yurttan çıkıp Kazimierz’deki kafeye havanın soğukluğuna aldırmadan üç kilometre kadar yürüdük. Arkadaşlarımızın gitmekten keyif aldıklarını bildiğimiz mekana girerken belki Çav Bella’yı veya en azından Enternasyonal’i duymayı beklerken Lehçe bir rock-rap şarkının introsuyla karşılanıca şaşırmadık desem yalan olur. Kahvelerimizi hazırlayan barmenin gözleri saat henüz sekiz olmadan kaymaya başlamıştı. Sanırım kafenin alt katı da var fakat kapalı olduğu için aşağı inemedik. Eski masalar, sandalyeler, kafenin arka tarafına yerleştirilmiş büyük eski koltuklar, kenara köşeye rastgele konmuş sovyet yapımı eski radyolar, Ekim Devrimi; Bir Mayıs, Lenin, Stalin posterleri, bir Sovyet askerinin rengi atmış üniforma ve şapkası, paslanmaya yüz tutmuş madalyalar, rozetler… Krakow’a yolunuz düşerse gelişigüzel yaratılmış bir “konsept kafe”de bir iki saatliğine de olsa “komünist” olmak, ya da “gibi hissetmek” için uğrayabilirsiniz. Ben pek hoşlanmadım.

20 Ekim 2008 Pazartesi

Krakow’da “İstanbul: Hatıralar ve Şehir” ve Lehlerin kitap okuma alışkanlıkları üzerine

Herhalde o zamanlar piyasaya yeni çıkmış olacaktı ki Krakow’daki ilk günlerimde “Nobel ödüllü Türk yazar…” gibi bir cümleyle süslenmiş sütlükahve rengindeki büyük posterler eşliğinde büyüklü küçüklü her “Księgarnia”nın (Kşengarnia, kitabevi) baş köşesine üst üste yığılmış olarak görüyordum onu. “İstanbul: Hatıralar ve Şehir” Orhan Pamuk’un yaklaşık iki ay önce piyasaya sürülen “Masumiyet Müzesi” adlı aşk romanından önce çıkarttığı son kitabı. Pamuk’un 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmış olması Lehlerin de bir “Orhan Pamuk” harekâtı düzenlemesinde etkili olmuş ki “Kar”, “Benim Adım Kırmızı”, “Yeni Hayat” adlı romanları sekiz ay içinde (05.2007-01.2008) art arda çevirip piyasaya sürmüşler. Türkiye’de 2003 yılında piyasaya sürülen Pamuk’un Lehçedeki dördüncü ve son kitabı “İstanbul: Hatıralar ve Şehir” karton kapak ve ciltli olmak üzere iki seçenekle sunulmuş okuyuculara. Karton kapaklının kitabevlerindeki raf fiyatı 38, ciltlininki ise 44 zloti (yani yak. 25ytl), bazı kitap satış sitelerinden online sipariş vererek Türkiye’de olduğu gibi kitabı biraz daha ucuza elde etme şansınız var. Pamuk’un Lehçeye çevrilmiş diğer kitaplarında da olduğu gibi kitabın isminde değişiklik yapılmamış (Stambuł. Wspomnienia i miasto). Fakat diğer dillere çevrilen Türkçe kitaplarda da gözlemlediğim üzere kitapların Türkçe baskılarındaki kapakları kullanılmamış. Birkaç yıl önce yadırgadığım bu durumu şimdilerde gerekli görüyor olmam farklı kültürlerin farklı algıları olduğunu az da olsa anlayabilmiş olduğumun göstergesi olabilir mi acaba! Lehçe kitap satış sitelerinde ve kitapevlerinde gezinirken Leh yayıncılığında kitapları karton kapaklı ve ciltli olarak piyasaya sürmenin yaygın bir uygulama olduğunu da görmüş oldum. Bir milletin kitap okuma alışkanlığının olup olmadığını otobüslerde, metrolarda, tramvaylarda kitap okuyup okumadıklarına bakarak anlayabileceğimizi iddia eden bir yazı okuduğumu hatırlıyorum, bu tezden yola çıkarak Lehlerin kitap okuma alışkanlıkları hakkında olumlu veya olumsuz bir teşhis koyabilmenin pek mümkün olmayacağı açık, zira en uzun otobüs veya tramvay yolculuğunuz 25-30 dakika sürüyor bu şehirde. Fakat kiraların çok fazla olduğunu düşündüğüm cadde ve meydanlardaki kocaman dükkanlardan en az birinin ağzına kadar kitap dolu bir kitabevi olduğunu görmek buradaki kitap okuma alışkanlığı hakkında tahmin yürütmeyi kolaylaştırıyor olsa gerek. Birkaç ay sonra İstanbul’u özlemeye başladığımda herhangi bir kitabevine gidip bir adet “Stambuł. Wspomnienia i miasto” satın alıp içindeki resimlere bakacağım, her ne kadar 30-40 yıl önceki İstanbul'u görecek olsam da kafamda bir şeyler canlanır belki.

16 Ekim 2008 Perşembe

Tadeusz Kosciuszko Mound

Pazar günü havanın güzelliğini fırsat bilip Krakow’un en yüksek dört tepesinden biri olan Kościuszko Tepesi’ne (Kopiec Kościuszki, Kosciuszko Mound) gitmeyi planlayan Belçikalı arkadaşlarımızın davetine icabet ettik. Daria ve Annelies Belçika’nın Flaman Bölgesi’nin başkenti Leuven’de Leh ve Rus Dilleri ve Kültürleri üzerine çalışıyorlar.
Kosciuszko Mound Lehlerin 1820-23 yıllarında milli kahramanları Tadeusz Kosciuszko anısına inşaa ettikleri yapay bir tepe, bir yığın. 1775-83 Amerikan Bağımsızlık Savaşı’ında (American War of Independence) savaşmış muzaffer bir albay olan Tadeusz Kosciuszko (Andrzej Tadeusz Bonawentura Kościuszko 1746-1817) Amerikan vatandaşlığına kabul edilmiş ve rütbesi tuğgeneralliğe yükseltilmiş. Amerikalıların da milli kahraman olarak gördüğü Kosciuszko’nun Philadelphia’daki evi hâlâ ayakta ve başta Boston ve Detroit olmak üzere Amerika’nın çeşitli eyaletlerinde adının verildiği caddeler, sokaklar ve parklarla, adına dikilmiş heykelleri ve anıtları bulunmaktaymış. Leh kaşif Paweł Edmund Strzelecki Avusturya’nın en yüksek dağına Kosciuszko Dağı adını vermiş. General Kosciuszko’nun Lehler için adına bir tepe dikecek kadar önemli olmasının nedeni ise 1794 yılında Rus Çarlığına karşı Leh direnişini örgütlemiş olmasıymış.
Tepenin hemen bitişiğinde neogotik tarzda inşa edilmiş bir şapel var (Bronisława Chapel). 33 metre uzunluğundaki Kosciuszko yapay-tepesinin deniz seviyesinden yüksekliği 326 metre. Tepeye çıkmak için öğrenciyseniz 4, değilseniz 6 zloti (3.5ytl) ödemek zorundasınız.
Krakow’un cetvelle çizilmiş sokaklarını, geniş, ferah caddelerini, yemyeliş park ve bahçelerini 326 metre yükseklikten izlerken aklınıza İstanbul’u getirmemeye çalışmanız gününüzün geri kalanını iyi geçirmenize yardımcı olacaktır.

15 Ekim 2008 Çarşamba

Krakow’da “Ararat” Olmak

Öncelikle hiç kolay olmadığını söylemekle başlamalıyım. Anlamakta en çok güçlük çekenler Almanlar oluyor, fakat bir kez anladıktan sonra bir daha yanlış telaffuz etmiyorlar. Anlamakta en çok zorlananlar listesinin ikinci sırasını Türk arkadaşlar işgal etmekte. Üçüncü ve en son sıraya Fransızları ve İspanyolları yerleştirebiliriz. Belçika, Finlandiya, İsveç, Norveç, İtalya, Yunanistan vs. gibi ülkelerden gelen arkadaşların anlamakta çok da fazla zorluk çektikleri söylenemez. “My name is Ararat” dediğimde “Oo the mountain!” tepkisini aldığım yedi kişinin beşi Alman ikisi Fransız. Leh arkadaşlarınsa ne dağdan haberleri var ne de doğru düzgün telaffuz edebiliyorlar. Ama çözüm kolay, bundan böyle ilk tanışma anında “Ararat” diyecek olsam da tekrarlamak zorunda kalırsam fazla ısrarcı olmadan “Ara” demekle yetineceğim.

8 Ekim 2008 Çarşamba

ŻACZEK

Dün İstanbul’a dönene dek yaşayacağımız yeni yurdumuza kayıt yaptırdık. Yurdun adı Zaczek. İlk “z”nin üzerinde nokta var ve “Jaçek” olarak telaffuz ediliyor. Kurs boyunca kaldığımız yurtta tanıştığım fransız bir arkadaşım transfer olacağımız yurt binasının sovyet döneminde hapishane olarak kullanıldığını söylediğinde gerçekten şaşırmıştım. Ne var ki Zaczek’ten içeri adımınızı atar atmaz anlıyorsunuz nereye düştüğünüzü. Dar ve basık koridorlar, hücreden bozma odalar…
Krakow’daki dört öğrenci yurdundan biri ve şehir merkezine en yakını olan Zaczek iki kısımdan oluşuyor: yeni ve eski kısım. “Stary Zaczek” dedikleri eski Zaczek’teki yeniden dekore edilmemiş odalar gerçekten köpek bağlasan durmaz dedikleri türden. Dekore edilmiş odalar ise yaz sezonunda yurtta konaklamak isteyen turistlere tahsis edilen banyolu, mutfaklı ve mobilyalı odalar. “Nowy Zaczek” dedikleri, benim de yaşadığım yeni bölümde ise her katta iki banyo ve yalnızca tek mutfak bulunuyor. Bu kısımdaki odalar genellikle iki kişilik, odanızda lavabonuz, gardrobunuz, yataklarınız ve masalarınız var. Zaczek’te günlüğüne 100 zloti (55ytl) ödeyip yeni odalarda kalan turist olmakla 10 zloti ödeyip eski ve kısmen yeni odalarda kalan bir öğrenci olmak arasında ciddi farklılıklar var sanırsam. Perde, çarşaf, yastık kılıfı vs. gibi ihtiyaçlarınızı karşılayacağınız “magazyn” dedikleri depoda pek hoş karşılanmadığınız gibi internet kablosunu bir buçuk metreden daha uzun isteyip büyük havlu elde edebilme şansınız yok.
Serdar’la birlikte yurda kayıt yaptırırken daha önce de konuştuğumuz gibi ayrı odalarda kalma kararımızı kaydımızı yapan güzel leh arkadaşa belirttik. Oda arkadaşımızın İngilizce bilen bir fransız veya alman olabileceğini, bizim için önemli olanın oda arkadaşımızın İngilizce konuşuyor olmasının olduğunu da söyledik. Ertesi gün uyandığımızda ikimizin de yanında İngilizce konuşamayan iki leh çocuk vardı. Benim oda arkadaşım Şimon (Szymon) günde 5-6 saat notebookunda strateji oyunları oynayan, konuşmayı sevmeyen depresif bir tipti. Serdar’ın oda arkadaşı Yaçek’in ise (Jacek) konuşurken kekeleme sorunu vardı. Hal ve tavrından anladığımız kadarıyla ilerizekâlı olan bu arkadaşın sanırım ufak bir torpille banyolu odalara transfer olmasından yararlanarak soluğu Serdar’ın odasında aldım. Ayrı odalarda kalma fikrinin temelini oluşturan oda arkadaşıyla İngilizce konuşma hayallerimizi gömmek zorundayız.
Çamaşır yıkamanın ciddi bir sorun haline gelebileceğini aklımın ucundan geçirmemiştim hiç. Zaczek’te yedi makine kapasiteli küçük bir çamaşırhane var. Deterjan ve yumuşatıcınızı sol, kirli çamaşırlarını da sağ elinize alıp çamaşırhanenin yolunu tutuyorsunuz. Tabii ki bir gün öncesinden makineye rezervasyonunuzu yaptırıp 2 zloti (1.1 ytl) ödemişsinizdir. Çamaşırlarınızı teslim etmek ve teslim almak için dört zaman seçeneğiniz mevcut. 07:15, 19:00, 21:00, 23:00. Sadece gece on birde boş makine bulabildiğim için iki gün üst üste sabah saat 07:10’da uyanıp dilimde oy akşamdan ışıktır yaylalar yaylalar bizim oğlan aşıktır dilo dilo yaylalar türküsü, içtimaya gider gibi çamaşırlarımı teslim almaya gitmek zorunda kaldım. Kurutma meselesiyse ayrı dert, çamaşırlarınızı asabileceğiniz çamaşır edevatını çamaşırhaneden iki günlüğüne ödünç alabiliyorsunuz. Zaten üç metre genişliğindeki odaya bir de onu soktuğumda hareket edecek alan kalmadığını uzun uzun anlatmaya gerek yok. Her neyse, Zaczek’te çamaşır yıkamaya çalışmanın bana öğrettiği en önemli iki şey: 1- sabah 07:15’te eski bir cezaevinin avlusunda tir tir titremek, 2- yayanızın kıymetini daha iyi bilmek…

Kazimierz'deki Bit Pazarı ve Wisla Nehri

Krakow’da hava iki haftadır hiç olmadığı kadar güzel. Kafamda hep kar ve yağmurla bağdaştırdığım bu şehirde güneşi gördüğüme ne kadar sevindiğimi anlatmaya çabalamak gereksiz olacaktır.
İkinci Dünya Savaşı’na dek Krakow’da çok ciddi bir Yahudi nüfusun yaşadığını biliyordum. Şehrin “Yahudi Mahallesi” olarak bilinen Kazimierz bölgesini iki haftadır çok fazla gezme şansı bulduğum söylenemezdi. Sabah Alman arkadaşlarımız Nadin ve Lisa yurdu terk edip iki Yunan kızla kiraladıkları evlerine taşınmak zorundalardı. Eşyaları taşımalarında yardım ettikten sonra hep beraber tramwaya binip haftasonları şehrin bit pazarının kurulduğu meydana gittik. Pazar yan yana kurulmuş iki parçadan oluşuyor, dar uzun olan küçük kısımda daha çok eski para, kolye, gümüş yüzükler tabaklar aynalar vs. satılırken kare şeklindeki pek de büyük olmayan meydana kurulmuş ana kısımda daha çok kazak-palto-tişört-çikolata vs. gibi şeyler satılıyor. “Bit pazarı bir şehrin kalbinin attığı yerdir” gibi bir laf anımsıyorum, Krakow’un kalbinin attığı yerse bit pazarı falan değil, kafeler, restoranlar, müzeler, konserler…
Bit pazarın gezdikten sonra Serdarla birlikte Wisla nehrine yöneldik. Bit pazarına beş dakika yürüyüş mesafesineki Wisla kıyısında yaklaşık iki kilometrelik uzun bir yürüyüşe çıktık. Öncelikle Wisla’yı Lehlerin “Wisua” olarak telaffuz ettiklerini söylemek lazım. “Wisla” yazarken kullandıkları “l” harfi çizgili v Lehçe alfabede ses karşılığı “u”. Yürüyüş boyunca beş tane köprü gördük ve hemen belirtmeliyim ki her biri birbirinden şekilsiz ve çirkin köprülerdi. Krakow’un havasını bozan şeyleri sıralamaya kalksak herhalde ilk olarak Wisla üzerindeki köprüleri söylememiz gerekir. Şehir merkezini Kazimierz bölgesine bağlayan Grodzka caddesini takip ederseniz Kazimierz’in içinden geçip nehrin üzerindeki en hoş görünümlü köprüye varıyorsunuz, nehir kıyısındaki yürüyüş yolundan (yolun dörtte biri bisikletlere ayrılmış) sola doğru yürüdüğünüzde karşınıza nehre nazır kurulmuş ve hâlâ inşa edilmekte olan birkaç küçük alışveriş merkezi çıkıyor. Nehrin öte yanındaki bölümde bulunan birkaç tarihi bina ve kilise ise uzakta kaldığınızdan dikkatinizi çekmiyor. Çirkin alışveriş merkezini ve büyük sinema salonunu görüp geri döndük ve bu kez ters yönde yürümeye başladık. Yaklaşık bir buçuk kilometre sonra sağ yanınızda Leh İmparatorlarının ikametgahı Wawel Castle ve etrafındaki birkaç ilgi çekici sanırım altı veya yedi yüzyıl yaşında olan kiliseler beliriyor. Sırtınızı Wawel’e dayayıp karşıya baktığınızda hem Wisla hem de Wawel Castle manzaralı Sheraton, Novotel gibi Krakow standartlarına göre büyük sayılabilecek otelleri görüyorsunuz.

28.09.08

Collegium Philologicum

Beş ay boyunca öğrenim göreceğimiz Jagiellonian University’nin şehrin dışı olarak sayılabilecek bir yerlerde kampüsü olsa da fakültelerinin çoğu şehrin merkezinde. Bu fakültelerden biri de iki hafta boyunca lehçe kurs gördüğümüz Collegium Philologicum. 1614’te teolog Dr. Mathias Sisinius tarafından kurulan eski bir yurt olan bina 19. yüzyılın ortalarında mimar Tomasz Majewski’nin tasarımıyla yeniden inşa edilmiş ve 1925’ten beri de Slav Araştırmaları Enstitüsü olarak kullanımaktaymış. Üniversitenin diğer fakülteleri gibi bunun adı da Latince: “Collegium Philologicum”. Üç katlı binanın birinci katını ikinci kata bağlayan merdivenlerin yanında yükselen duvarda küçük heykelciklerle süslenmiş savaş tasvirleri var. Derslikler, masalar eski olmakla birlikte gayet temizdi. İlk lehçe öğretmenimin adı Renata Okarmus’tu. 35-40 yaşlarındaydı ve İngilizcesi akıcıydı, sanırım yabancılara Lehçe öğretmekte uzmanlaşmıştı.

Krakow’da Güvercinler

Krakow’u keşfe çıkışımın daha ilk gününde fark etmiştim bu Krakowlu güvercinlerde tuhaf bir şeyler olduğunu. Özellikle “Rynek Glowny” (Main Square) dedikleri meydandaki ve o meydana çıkan cadde ve sokaklardaki (tabi ki Krakow’un vazgeçilmezi parklardaki) güvercinler kendilerini kedi sanıyorlar desem yanlış bir teşhis olmaz. Öyle ki, üzerlerine yürüseniz dahi sizden uçarak kaçmıyorlar, kafalarını yan çevirip bir yandan sizi kontrol ederek diğer yandan hızlı adımlarla uzaklaşmayı tercih ediyorlar. Elinizi havaya kaldırsanız, adımlarınızı sıklaştırsanız da birer güvercin olarak kanat çırpma alçakgönüllülüğünü göstermiyorlar. Krakow’daki ilk günlerimde Leh yemekleri yiyebileceğim bir yer bilmediğimden ilk üç gün Mcdonalds’da hamburger yedim. İlk gün, masanın yanı başında, ayakkabılarıma 40- 50 cm uzaklıkta, gözlerini dikmiş beni izleyen güvercini yadırgamış olsam da artık onların şehrin kedileri olduklarını ve insanları rahatsız etmedikleri sürece istedikleri mekana yürüyerek girip çıkma hakkına sahip olduklarını biliyorum.

28 Eylül 2008 Pazar

Krakow’da İlk Hafta

Birkaç saat sonra Krakow’a gelişimin ilk haftasını dolduracağım.
Bir haftada ne yaptım diye soracak olursam…
Şehre çok fazla uyum sağladığım söylenemez, çünkü şehri istediğim gibi gezebilmiş değilim. Bir haftadır sadece bir gün yağmur yağmadı, o gün de şehrin yahudi mahallesi olarak bilinen Kazimierz bölgesine gittik, üç sokağa bir sinagog düşüyor desem yalan söylemiş olmam heralde. Şehrin merkezindeki Main Square’den (Rynek Glowny) 15 dakika yürüme mesafesindeki bu bölge şehrin biraz güneyinden geçen Wisla nehri kıyılarına kadar uzanıyor (belki nehri bile geçiyordur fakat bilmiyorum çünkü nehrin öte yanına yurda dönmeye çalışırken tramvay istikametini şaşırıp ters yöne giden tramvaya bindiğimizde geçebildim, her neyse, Krakow’un altını üstüne getirecek çok zamanım olacak). “Rynek Glowny” denen şehrin merkezi adını meydanın tam ortasındaki çarşıdan alıyor, çarşının uzunluğu 70-80 metre var, içindeki dükkanları saymadım ama tamamiyle turistik eşyalar satılıyor. Çarşının dış kısmındaki dükkanların çoğunluğu ise cafe-bistro tarzı, daha ilk günlerden parasız kalırız korkusuyla herhangi birine yaklaşamadığımız türden mekanlar. Çarşının bir yanında kocaman büyük bir saat kulesi var, Serdar Varşova’da bir buçuk kat daha büyük bir saat kulesi olduğunu söyledi. Bir akşam merak edip çevresinin adımlamaya kalktım, saat kulesinin doğu-ve dolayısıyla batı- yanı 44 numara botlarımla kırk buçuk adım tutuyor, güney-kuzey yanları birkaç adım daha uzun olabilir fakat güney yanında kafe kuzey yanında ise kulenin girişi ve merdivenler olduğu için adımlayamadım. Meydanın ortasındaki çarşının diğer yanında ise St. Mary Church Kościół Mariacki dedikleri devasa bir katedral var, henüz içine giremedik fakat haftaya pazar erken uyanabilirsem gidip ayini izleyeceğim. Kilisenin iki uzun kulesi var ve en tepedeki 6-7 metreleri hariç ikisinin de mimarisi aynı. Katedrale baktığınızda solda kalan ve birkaç metre daha uzun olan kuleden her saat başı hüzünlü bir şarkı sesinin şehre yayıldığını duyuyorsunuz. Kulenin –aşağıdan küçük görünen- pencerelerinden birini açan ve –bu bir asker ve sıradan bir müzisyen olabilir- trompetiyle hüzünlü şarkıyı çalmaya başlayan şahsın şarkıyı bitirdikten sonra şehrin diğer yanına bakan tarafa geçip şarkıyı bir kez de o yöne doğru çaldığını gördüm, Krakowlular için pek ilginç olmayan bu olay –dün geceki ev partisinde tanıştığım Leh çocuk bu olayı benim kadar bilmediğini itiraf etti- turistlerin ilgisini çekiyor. Zira hikayesi şaşırtıcı, 13. yüzyılda başlayan ve Rusların emdikleri sütü burnundan getiren Moğol-Tatar istilası anlaşılan Krakow’a da zor günler yaşatmış: Krakow’a düzenlenen seferlerden birinde Moğol askerlerinden biri şehrin surlarından bilmem kaç yüz metre uzaklıktaki bu kulenin üstündeki askerlerden birini okuyla kuleden meydanın ortasına düşürmeyi başarmış, her saat başı çalınan o hüzünlü melodi moğolun okuna kurban giden askerin anısınaymış. Şarkının bir diğer özelliği ise asla tam çalınmayışı, her saat başı camı açıp şarkıyı çalmaya başlayan adam şarkıyı yarısında kesiyor, bugüne dek şarkı hiç tam olarak çalınmamış.
Krakow’da ulaşım tramvay (tramp) ve otobüslerle sağlanıyor. Tramvay durakları genellikle sadece bir direkten ibaret. Direğin ortasındaki panoda o duraktan geçen tramvayların numaraları, geçtikleri durakların adları ve hafta içi, cumartesi ve pazar günleri ayrı olmak üzere üç ayrı hareket çizelgesi yer alıyor. İnsanlar tramvay kaldırımda bekliyor ve tramvay geldiğinde bir şerit geçip yolun ortasındaki tramvaya ulaşmanız gerekiyor, yani tramvay kaldırıma yanaşmıyor. Geçmek zorunda olduğumuz şeritten araba gelecek olursa ne yaparız diye bir soru sormanın gereksiz olduğunu daha ilk gün tramvaya binecekken anladım zira tramvay yavaşlarken o şeritten gelen arabalar da yavaşlıyor ve tramvayın duracağı yeri gösteren beyaz şeritli-çizgili alana girmiyorlar. Biletinizi tramvayın içindeki bilet makinesinden alıp aracın çeşitli yerlerine monte edilmiş aktivasyon aletinden (bu ismi ben koydum) aktive ediyorsunuz. Bilet kontrolü yapan kimse yok, fakat tramvaylarda çalışan sivil görevlilerin olduğu ve her an biletinizi görmek isteyebileceklerini söylediler, biletsiz yolculuğun cezası 150 zloti yani yaklaşık 80 ytl. İlk günler öğrenci bileti nasıl alacağımızı bilmediğimiz için her binişimizde makineye 2.5 zloti (1.3ytl) atıp normal bilet almak zorundaydık, Cuma günü yine bizim gibi Erasmus öğrencisi olan Alman kız arkadaşlarımızın yardımıyla 18 zloti (10 ytl) verip haftalık bilet aldık, şimdi istediğimiz tramvaya yada otobüse binip istediğimiz kadar seyahat etme hakkına sahibiz, yağmur çamur izin verirse tabi…
İlk Haftanın Sonunda Leh Kızları Hakkında…
Benim de fark ettiğim fakat dillendirmek için Serdar kadar aceleci olmadığım bir teşhisle konuya giriyorum. Rus kadınlarını-kızlarını biliyoruz, görüyoruz, seviyoruz… Fakat lehler biraz farklı. Çoğunluğu Ruslar kadar güzel, pek azı Ruslardan daha güzel. Fakat teşhisin en önemli noktasını yaşlılık faktörü temellendiriyor, zira Rus kadınının yaşlandığında yaşadığı vücut deformasyonun Leh kadınlarının yaşamadığı aşikâr. Leh kızları Ruslardan daha doğallar. Makyajla boyayla Ruslar kadar içli dışlı değiller. Zaten bu bizim gruptaki Fransız, Alman, İtalyan kızlar için de aynı şey geçerli, makyaj sevmiyorlar. Leh kızları hakkında söyleyecek daha fazla sözüm yok çünkü henüz bire bir temasa girme şansına nail olabilmiş değiliz. Ekimde okullar açıldığında söyleyecek daha fazla sözüm olacağına eminim.
21.09.2008



Varşova Frederic Chopin Havaalanı

Uçakta her şey yolundaydı. Saat altı gibi İstanbul’dan havalanan uçak iki buçuk saat sonra Varşova’ya indi.
Bu benim ilk yurt dışına çıkışım. Uçağa binene kadar ve bindikten sonra hiç heyecanlanmadım. Öyle ki dayılarım ve kuzenlerimden oluşan sıkı bir kadro beni yolculamak için Yeşilköy’e toplanmıştı. Uçak %80 kapasiteyle doluydu. Yolcuların çoğunluğu Lehti. Lehler hakkındaki ilk izlenimim okumayı çok seviyor oluşlarıydı. Yanımdaki kadın yolculuk boyunca kafasını hiç kaldırmadı elindeki gazeteden. Kalkıştan 15 dakika sonra yemek servisi başladı. Doğranarak haşlanmış havuçların ve tavuk sotenin süslediği kelebek makarna hiç yabancı değildi bana. Öyle ki Polonya mutfağıyla iyi anlaşacağız gibi gözüküyor…
Krakow’a gidecek uçak 22:45’te kalkacak, daha üç saatim var neredeyse ama yanımdaki ağır sırt çantam, bilgisayarım ve valizimde ağırlık yapmasın diye yanıma aldığım paltom yüzünden doğru düzgün gezemiyorum. Uçağın yanaşacağı kapıya giden yürür-bantın karşısındaki metal üçlü bekleme banklarından birine yayılmış daha önümde ve arkamda bu banklardan kaç tane olduğunu sayıyorum, dönüş yolunda, yine aynı bankı bulabilmek için.
Uçakta da bir sürü şey geçti kafamdan, mesela uçağın düşüş anını canlandırdım yolculuğumun yarısı boyunca. Büyük bir uğultu, çaresizce bağrışan bir avuç insan. Ve insan olma durumunun garipliğinin de farkına varır gibi oldum sanki bir an. İnsanlar neden bağırır çaresiz oldukları anlarda? Uçak düşecek, çok büyük bir ihtimal öleceksin, biliyorsun bunu, hissediyorsun, hayal ettiklerin, edeceklerin, sevdiklerin, yok olacaksın hepsi için… Hayalleri için yok olması ne demek bir insanın?
Karşımda büyükçe bir mağaza var, Aelia Duty Free. Gezdim, Yeşilköy Havaalanındaki mağazalardan bir farkı yok. Sadece buradaki çalışanlar şarkı söyleyebiliryorlar; az önce, bir yandan elindeki çikolataları raflara yerleştirirken diğer yandan ingilizce bir şarkı söylemeye başlayan gence yanındaki çalışma arkadaşı da komik ince bir insan vokaliyle eşlik ediyordu.
İlk kez evimden bu kadar çok uzaktayım, galiba en uzağa gidişim lise üç öğrencisiyken sınıfça yaptığımız kapadokya gezimiz olmuştu. Bu yolculuğun anlamının ise benim için çok başka bir yerde durduğunun farkındayım. Altı aylık bir süre, gözümün önünde uzadıkça uzuyor ve ben geride bıraktığım insanları sanki her an daha fazla özleyecekmişim gibi hissediyorum. Daha önce bana sıradan gelen bu insanları özleyebileceğim aklımdan geçmemişti pek. Birkaç kez belki, herkese olduğu gibi aslında bana da hiç yabancı olmayan bir şeyi; ölümü ve o sıradan insanları yan yana düşündüğümde…
Uçak yolculuğumun ilk yarım saati boyunca etrafı izlemek zorunda hissettim kendimi, son bir saat ise telefonumdan şarkı dinledim. Uçağın havalanmak için yaptığı hız gerçekten süperdi.
14.09.2008