10 Aralık 2008 Çarşamba

Kapıyı Kimler Çalıyor!?

-(Ç)alıntı başlık, Kirkor Ceyhan, Kapıyı Kimler Çalıyor, 1999, Belge yay., İstanbul.
Yaklaşık bir ay önce tanıştım kendileriyle. Yurttaki kapımızda öyle delik falan yok. Kim tıkırdatsa açacaksın. Günlerden ne gündü hatırlamıyorum, Krakow’daki can yoldaşımız, en iyi dostumuz IKEA’dan 6zlotiye (3.5ytl) aldığımız, çıkardığı taka-tika-tuk sesleriyle uykumun orta yerinde beni uyandırsa da bana kendimi Sirkeci-Halkalı banliyö tren hattının babamla yaşıt, artık günümüzde tanımlanamayacak bir kokuya sahip 1953 Fransız yapımı eski vagonlarından birinde, Yenimahalle istasyonunda inmek üzere yol alıyormuşum gibi hissettirdiği için pilini çıkarıp bir köşeye atamadığım plastik çerçeveli saatimizin yelkovanı, hep ayrı yönleri göstermek zorunda olduğu sevdiğiyle “12”nin üzerinde bir kez daha buluşmak için emin adımlarla ilerliyordu. Yani kısacası saat 12’ye geliyordu. Ben odamda yalnız, bilgisayarımın başında oturmuş İstanbul’da bıraktığım arkadaşlarımı, dostlarımı; amca, dayı, yenge, hala, kardeş, yaya, dede, komşularımı, ha bi de sevdiğim kızı düşünüyordum. (Yalana Krakow’da alıştım, idare edin artık.)
Tak-tak-tak sesiyle irkildim (“Tak” Lehçede “Evet” demek bu arada). Kapı çalınıyordu. Ya da vuruluyordu diyelim.
Kapıyı açtım, karşımda 40’lı yaşlarında iki orta boylu, sarışın kadın. “Yahu benim bunlarla bir işim oldu da ben mi hatırlamıyorum!?” diye düşünmedim değil bir an. Lehçe bir şeyler söylemeye başladı ki ben “Przepraszam nie mowie po polsku” (Pardon, Lehçe bilmiyorum) deyip kapıyı nazikçe kapama hazırlıklarına giriştim. Sabırsızlığımı fark eden “Beata” muhtemelen Sovyet yadigârı İngilizcesini konuşturmaya başladı tabi. Misyoner olduklarını söyledikten sonra nereli olduğumu, adımı sordu. Bu iş daha dedemin doğduğu köye kadar gider diye düşünüp kısa kestim. Türkiye’den geldiğimi duyunca çok şaşırdı ve çantasından çıkardığı siyah klasörü karıştırırken bende Türkçe bir şeyler de var dedi. Klasöründen çıakrdığı “Yehova’nın Şahitleri” gibi bir başlık taşıyan bir broşürdü. Nazikle benim dinle, imânla işim yok gibisinden laflar edip postaladım kendilerini. Bu ilk ziyaretlerinin ardından bana kalan “Would you like to know the Truth?” (Gerçeği bilmek ister miydiniz?) başlıklı küçük bir broşür oldu.
Yaklaşık on gün sonra kendini “Beata” olarak tanıtan kadın bu sefer yanında 30-35 yaşlarında bi adamla karşımda duruyordu. Geçen sefer bahsettiği konular üzerine konuşmak için geldiklerini, zamanımın olup olmadığını sordu, yok dedim, nazikçe teşekkür edip uzaklaştılar.
Geçen hafta bir cumartesi sabahı misyoner arkadaşlarımız tekrar geldi. Kapıyı açan Serdar’dan odada olmadığımı öğrenip gerisingeri döndüler tabi. Bense 6 zlotilik Ikea malı duvar saatimizin taka-tika-tuk sesleri beynimde zonklarken Krakow’daki en ağır hangoverlarımdan biriyle çarpışıyordum.
Kaç haftadır ses yok misyoner kardeşlerimizden, kapımızı başka çalan da yok zaten.

7 Aralık 2008 Pazar

Varşova'da Dört Gece Beş Gün Cilt II

Varşova’da 90. Bağımzılık Yıldönümü Kutlamaları
Polonya’nın, namı-ı diğer Lehistan’ın zayıf düşmesini fırsat bilen komşuları Rusya-Avusturya ve Prusya 1772-1795 yılları arasında Lehistan topraklarını kendi aralarında paylaşarak koca ülkeyi Avrupa haritasından silmişler. Lehistan’ın bağımsız bir devlet kurması ancak I. Dünya Savaşı’ndan sonra, 11 Kasım 1918’de mümkün olmuş. Varşova’ya gitmemizdeki en büyük etken zaten 11-12 kasım pazartesi ve salı günleri derslerimizin olmayacağıydı. Cuma sabahtan yola çıkarak salı akşamına dek şehiri gezebilecek, ayrıca bağımsızlık kutlamalarını (resmi geçitleri, okunan bağımsızlık metinlerini, marşları vs.) da başkentte izleme “onuruna” erişecektik. Juho iki-üç yaşındaki çocukların ellerindeki Polonya bayraklarını nası heyecanla salladıklarını görünce o her zamanki hayret haliyle gözlerini açarak “geleceğin milliyetçi Lehleri” dedi. Okunan bağımsızlık metinleri, resmigeçitler, atlı askerlerden öte çok da ilginç bir şey yoktu Varşova’da.
Centre for Contemporary Art Ujazdowski Castle
9.11.2008 pazar günümüze Varşova Çağdaş Sanat Merkezi’ni gezerek başladık. Zuzana Sanat Tarihi öğrenimi gördüğü için daha ilk günden oraya gitmek istediğini söylemişti zaten bize. Çağdaş Sanat Merkezi’nin bulunduğu yapının hikâyesi ise ilginç.
1624 yılında inşa edilen “Ujazdowski Castle/Zamek Ujazdowski” Vasa Hanedanının ikâmetgahıymış. Polonya’nın son hükümdarı Stanislaus Augustus Poniatowski kaleyi Varşova’ya ihsan edinceye dek (1784) farklı kral ve soyluları konuk etmeyi sürdürmüş. 1809 yılında, Napoleon Savaşları sırasında ise ilk olarak askeri bir hastaneye dönüştürülmüş. İkinci Dünya Savaşı’nda “Ujazdowski Cuhmuriyeti” olarak adlandırılan kale vatanseverlerin tapınağı, yardıma muhtaçların sığınağı, gizli tıbbi operasyonların yapıldığı, yer altı yaşamının merkezi haline gelmiş. Tanıtım broşürlerinden birinde “400 yıllık kaledeç çağdaş sanat keyfi” falan gibi bir slogan görmüştüm. En büyük geçici sergi Yoko Ono’nun “Fly” adlı sergisiydi. Gezdim, gördüm, anlam yüklemeye çalıştım, yanılıyorum sandım; tekrar tekrar baktım. Ne yalan söyleyeyim, pek de bir şey anlamadım. İtiraf etmek gerekirse Yoko Ono’nun da kim olduğunu bilmiyordum. Google sağ olsun.
Sanırım ikinci kattaydı, L şeklinde yerleştirilmiş iki beyaz duvar, bir köşede şeffaf plastik bir kare leğenin içinde renk renk çıkmaz kalemler. İsteyen bir kalem alıp annesiyle ilgili aklından ne geçiyorsa, ne yazmak istiyorsa yazıyor. Ben de yazdım tabi bir şeyler, fakat daha da önemlisi fotoğraf makinamın objektifine takılan şu kareydi…





Varşova Varoşunda 30 dakika
Hostele check-in yaptırdığımızda elimize iki-üç çeşit Varşova haritaları, broşürleri tutuşturmuşlardı. Bunlardan biri müze, kafe, restoran, klüb ve görülmesi gereken yerleri tek tek açıklayan pembe haritaydı.
Wisla öyle bir nehir ki Polonya’yı boydan boya geçip ortadan ikiye bölünmedik şehir bırakmıyor. Krakow’da olduğu gibi Wisla Varşova’yı da ikiye bölüyor. Broşürlerden nehrin öte yanında turistlerin ilgisini çekebilecek çok fazla şey olmadığını okumuştum. Juho futbol maçına gittiği Fin arkadaşı Bekka’dan nehrin öte yanında da görülmesi gereken yerler olduğunu duymuş; en azından bizim de gidip sokakları, caddeleri görmemiz gerektiği konusunda hemfikirdik.
Nehrin Öte Yanı“Praga”da Rus Meydanı ve Pianist’in Çekiciliği
Geçen hafta sonu Wroclaw’da (Varşova gezisini yazmayı bitirince Wroclaw hakkında da yazacağım) tanıştığım, Varşova’da Erasmus öğrencisi olarak bulunan Romanyalı bi kız Praga denen yerin tehlikeli olduğunu söylediğinde farkına vardım elimizdeki fotoğraf makineleri ve haritalarla Praga sokaklarında yürürken insanların üzerimize yönelen garip bakışlarının bizim için pek de güvenli olmayan arkaplanının.
Rus Meydanı dedikleri yerin hikâyesi ilginç. Sovyetler zamanında St. Petersburg’tan Varşova’ya gelen trendeki Rus yolcuların Varşova ile karşılaştıkları ilk yer Praga’daki tren istasyonunun çaprazındaki boş meydanmış. Rusların yaşayacağı kültür şokunu hafifletmek amaçlı Rus kilise mimarisinin genel özelliklerini yansıtan bir Ortodoks kilisesi kondurulmuş meydanın ortasına. 1945 yılında ise Kilisenin hemen karşısına zembil aracılığıyla bir Sovyet Army Monument indiriliverilmiş. Bu Sovyet Ordu Anıtı’ndaki dört askerin hantal/tembel pozlarından dolayı Anıt “the four sleepers/dört uyurlar” olarak anılır olumuş. Öyle ki meydana baktığınızda kendinizi bir iki saniye de olsa Rusya’da hissedebilmeniz için her şey.
Pembe haritamızı incelerken bu Rus Meydanı’ndan 300-400 metre uzaklıkta görülmesi gereken bir yer işareti daha gördük. Bu basit bir sokaktı sadece. Sokağı özel kılan ise ünlü “Pianist” filminin bazı bölümlerinin bu sokakta çekilmiş olması. Pianist hakkında fazla şey söylemeye gerek yok, izleyemeyen yoktur herhalde.
Pałac Łazienkowski-Pałac na Wyspie/ Lazienki Palace- Palace on the Water
1683-89 yılları arasında Neoklasik tarzda Domenico Merlini adlı bir mimar tarafından inşa edilmiş Pałac Łazienkowski (Vajienki Sarayı). Sarayın bulunduğu devasa parkı İstanbul’daki Yıldız Parkı’na benzetmek mümkün. Parkın çeşitli yerlerinde köşkler, saraylar, çeşmeler var. En büyüğü ve önemlisi su üstüne inşa edilmiş Lazienki Sarayı idi. Son Leh krallarının ikametgâhı olan sarayın 100 metre ötesinde küçük bir amfitiyatro da vardı. Varşova’da ziyaret etmekten en çok zevk aldığım yer olduğunu söyleyebilirim...
Varşova Hakkında Yazamayacaklarım
Varşova’ya gideli neredeyse bir ay oldu hâlâ yaz yaz bitiremedim. Yazamadığım bir tek Warsaw Uprising Museum ziyaretimiz kaldı. Şimdi İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Varşova Ayaklanmasını uzun uza diye anlatıp blog okuyucularının canını topla tüfekle falan sıkmanın anlamı yok. Müzedeki ilgimi en çok çeken fotoğraf ise Pianist filminin kahramanı gerçek Pianist Wladyslaw Szpilman’ın fotoğrafı oldu.

5 Aralık 2008 Cuma

Varşova’da Dört Gece Beş Gün Cilt I

Bu ayın yedisinden on ikisine kadar beş gün-dört gece Varşova’daydım. Krakow’da geçirdiğim iki ay boyunca şehri bilen Krakowlulardan, Lehlerden ve Erasmus arkadaşlarımdan duyduklarım Varşova’ya karşı önyargılar beslemeye başlamama yol açtı. Zaten Erasmus programına başvurmadan önce yaptığım “googleing” sonucunda başkentin Krakow’dan daha ilgi çekici, daha tarihi ve daha yaşanılır bir şehir olmadığını izlenimini edinmiştim.
Varşova’da geçirdiğim dört gece-beş gün şehrin görülmesi gereken önemli yerlerinin tamamına yakınını görmeme yetti. İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Nazi bombalamarıyla birlikte şehirdeki on binadan sekizi yerle bir olduğundan 1950’lerden başlayarak Zümrüdü Anka kuşu gibi küllerinde yeniden doğmuş “Warszawa”. Hatta bence doğmakla kalmayıp şehrin göbeğinde gökyüzünü delmek istercesine yükselen Bilim ve Kültür Sarayı ve “Gökdelen”leriyle epey bir büyüyüp serpilmiş. Şehrin göbeğine oturtulmuş başka bir çirkinlik abidesi olan “Warszawa Centralna” tren istasyonunun kirli basamaklarını tırmanırken adeta beni karşılamak için sıraya girmiş olan gökdelenlerin yanımdaki Fin arkadaşım Juho’ya dönüp bir “Oh my god!” çekmeme sebep olacaklarını nerden bilebilirdim ki!

Hostel!
İnternetten bulduğumuz Nathan’s Villa diye şehir merkezine 500 metre uzaklıktaki bir hostelin 6 yataklı bir odasına günlüğü 55 zlotiden (35ytl) rezervasyon yaptırdık. Bir hafta-on gün öncesinden rezervasyon yaptırsaydık 10zloti daha ucuza kalabilirdik. Hosteldeki ilk gecemizde çok tuhaf bir olaya tanık olduk. Varşova’daki ilk gecemizi hostelde geçirmek istemediğimizden bir bara veya bir klübe gitmek üzere hostelden ayrıldık. Uyumak için döndüğümüzde saat üçe geliyordu. Sabah dokuz gibi uyandık. Yan ranzada uyuyan Kanadalı çocuk (Almanya’da okuduğunu, Varşova’ya haftasonu için geldiğini söyledi) gece uyumaya çalışırken yarım saat boyunca “terrible noise” diye nitelediği bir ses-çığlık-inilti duyduğunu, yarım saat boyunca uyuyamadığı için daha sonra da konsantre olup uyuyamadığını söyledi. (Biz gece hostele geldiğimizde, odasından çıkıp üstünde şortuyla resepsiyona gelen genç bir adam resepsiyonist kadına bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, kadının söylediklerinden anladığım kadarıyla “görüyorsun ki ben burda yalnızım ne yapabilirim” falan gibi cümleyle karşılık verdiğini tahmin ettim. Yavaş hareketlerle, elini telefona götürüp üç haneli bir numara çevirdi ve 15-20 saniyelik bir adres tarifinden sonra telefonu sinirli bir şeklide kapattı.
Ertesi sabah kahvaltıda…
Hostelde sabah 8-11 arası mutfak tezgâhına dizilmiş 9-10 çeşit reçel-bal ve tost ekmeğinden kendinize güzel bir kahvaltı hazırlama şansına sahiptik, ayrıca 24 saat boyunca çay ve kahveyi ücretsiz içebiliyorduk (bulaşığınızı kendiniz yıkamak zorundasınız tabi!).
Kahvaltıda Zuzana, gece hostele vardığımızda gördüğümüz şortlu genç adamın resepsiyondaki kadına bahçede ikinci kattaki odasının pencereyesinden aşağı düşen ve bağıran-inleyen bir kız olduğunu, ambulansa haber vermesi gerektiğini anlatmaya çalıştığını söyledi. Zuzana Slovakyalı olduğundan Lehçeyi çok kolay anlayıp, konuşabiliyor. Hostel içinde Juho ile giriştiğimiz küçük çapta bir araştırma sonucu kızın gece bir gibi hostele geldiğini, camı açıp sigara içmek istediğini ve dengesini kaybedip aşağı düştüğünü öğrendik. İşin garip tarafı ise kızın yarım saat boyunca bahçede “terrible noise” çıkarması ve bizim odada kalan Kanadalı çocuk dahil hostelde uyuyanların kıllarını bile kıpırdatmayıp uyumaya çalışmaları. Bu gairp olay dışında hostel kaldığımız süre boyunca her şey yolundaydı. Temiz odaları, banyoları ve mutfağıyla, güleryüzlü ve “friendly” çalışanlarıyla Nathan’s Villa Hostel’de kalmaktan memnuniyet duyduk!
Varşova’da İlk gün!
Krakow’dan Varşova’ya gitmenin en zevkli ve en kolay yolu tren yolculuğu yapmak olmalı! Ekspres dedikleri hızlı trenle veya normal trenle yolculuk etme şansınız var. Öğrenciyeniz ekspres biletiniz 58 zloti (35ytl) olacaktır. Yaklaşık üç saatlik bir yolculuktan sonra kendimizi “Warszawa Centranla” tren istasyonunun basık atmosferinden bir an evvel kurtulmak amacıyla basamakları hızlı hızlı tırmanırken bulduk...
Bilim ve Kültür Sarayı
Şehrin merkezindeki, eski adıyla Josef Stalin Bilim ve Kültür Sarayı (Pałac Kultury i Nauki imienia Józefa Stalina- PKİN) 1952-55 yılları arasında Stalin’in emriyle 3500 Sovyet işçisinin (bunlardan 16’sı inşaat süresince meydana gelen çeşitli kazalar sonucu ölmüş) gece gündüz çalışmasıyla inşa edilmiş. Sovyet rejiminin dağılmasından sonra Stalin’in ismi binanın içi ve dışındaki çeşitli heykellerden ve salonlardan silindiği gibi, yapının isminden de kaldırılmış (bugünkü adı: “Bilim ve Kültür Sarayı”). Mimarisi o dönemde inşa edilen Sovyet “gökdelen”leriyle benzerlikler taşımakta, öyle ki aynı zamanda Moskova Devlet Üniversitesi binasının da mimarı olan Lev Rudnev’in Kültür ve Bilim Sarayı’nı tasarlarken adeta Üniversite binasından kopya çektiğini düşünmemek elde değil. 42 katlı yapı 231 metrelik uzunluğuyla Avrupa Birliği’ndeki 7. Dünyadaki 187. en uzun bina unvanına sahip. Ayrıca Tokyo’daki NTT Docomo Yoyogi Building’in 2002 yılındaki açılışına dek dünyanın en uzun saat kulesi unvanına da sahipmiş (şu an en uzun ikinci saat kulesi).
Hostele kaydımızı yaptırdıktan sonra soluğu binanın 30. katındaki terasta aldık. Varşova’yı 114 metre yükseklikten seyretmenin maliyeti 15 zloti. Terasın öyle aman aman görülmesi gereken bir Varşova manzarası yok. Zaten Varşova’nın öyle mutlaka görülmesi gereken bir manzarası olduğuna da inanmıyorum.
Yapıyla ilgili en ilgi çekici nokta ise Varşovalıların binaya taktıkları lakaplar. Stalin's syringe (Stalin’in Şırıngası), Russian Wedding Cake (Rus Düğün Pastası), Pajac (Soytarı- Lehçedeki Pałac[Palace] kelimesine yakın bir telaffuzu var) ve en ilginç olanı ise “Pekin” (yapının isminin kısaltılmış hali PKİN).
Ayrıca binanın 11. ve 12. katında Collegium Civitas adlı bir üniversitenin bulunuyor oluşu da bir diğer ilgi çekici nokta.
Varşova’da bir sergi: “Orientalizm”
Cumartesi günü Zuzana ile Varşova’nın en önemli müzelerinden biri olan Muzeum Narodowe’yi gezdik. Juho Varşova’da yaşayan Fin bir arkdaşıyla buluşup bir futbol maçına gittiği için bizle gelemedi (Juho’nun gittiği her şehirde bir futbol maçına gitmek gibi garip bir hobisi var). Halk Müzesi’ndeki geçici sergi üçte biri Osmanlı İmparatorluğu’yla alakalı olan “Orientalizm” adlı sergiydi. Ayrıca sergi süresince 17.10-21.12.2008 tarihleri arasında düzenlenecek olan etkinlikler broşürünü incelerken birkaç tanıdık isme de rastladım. 7 Aralık Pazar günü saat üçte Nuri Bilge Ceylan’ın İklimler (Klimaty) adlı filmi gösterilecekken Prof. İlber Ortaylı da 18 Kasımda “Türk Tarihçilerin Gözünde Polonya”(Polska w oczach historiografow tureckich) adlı bir konferans verecekmiş.
Varşova Halk Müzesi’nin sanatsal ve tarihi açıdan ne kadar zengin/fakir olduğunu hakkında da bir şeyler söylemek isterdim ama henüz ne sanattan ne de tarihten böylesi bir teşhiste bulunabilecek kadar anlamıyorum.
Eski Yahudi Mahallesi
Krakow’da olduğu gibi Varşova’da da İkinci Dünya Savaşı öncesinde Yahudilerin yaşadığı bir Yahudi Mahallesi/Bölgesi varmış. Ghetto dedikleri yere gitmedik, zira yıkık iki parça duvardan başka bir şey bulamayacağımızı biliyorduk. Gökdelenlerle çevrelenmiş şehir merkezinin içinde sayılabilecek bir yerde bulunan Varşova’nın ayakta kalmayı başaran tek sinagogu Nożyk’i ve hemen 100 metre uzaklığındaki eski Yahudi sokağını gezmek daha cazip gelmişti bize. Cumartesi günü Sinagog’un kapalı olacağını akıl de edemediğimizde ne içini görebildik ne de restorasyon gördüğü için dışını. Bu kısa ziyaretimizden çıkardığım şey ise o iki yanı uzun eski binalarla çevrili dar sokakta yaşayan insanların en azından dünyanın başka bir yerlerinde de olsa artık nefes alamadıklarını, yaşayamadıklarını düşündükçe elinde fotoğraf makinesiyle şehri gezip-görmeye gelmiş bir turistten daha fazlası olduğunuzu hissettiğiniz. Sinagogun bulunduğu yeri terk ederken oradaki banklardan birinde oturan 80 yaşlarında, beyaz saçlı, hafif kamburu çıkmış bir kadın usulca seslenerek bizi yanına çağırdı. Ben ve Zuzana her zamanki gibi kadını Varşova’daki binlerce dilenciden biri sanarak yolumuza devam ettik. Yaklaşık on beş metre sonra dönüp arkama baktığımda Juho’nun kadınla bir şeyler konuştuğunu gördüm. Juho’nun merhaba-nasılsın-iyi günler üçlüsünden ibaret Lehçe kapasitesiyle kadınla konuşmasının imkansız olduğunu bilmem merakımı daha da artırmıştı. Yanlarına yaklaştığımda bu yaşlı kadının ne kadar akıcı bir İngilizceyle kendini ifade ettiğini gördüğümde ise baya şaşırdım. İsimlerimizi, nereden geldiğimizi, neden Polonya’da olduğumuzu, ne okuduğumuzu sorduktan sonra eğer istersek bize Sinagog’un hikâyesini anlatabileceğini söyleyip, bizim tereddüt içinde birbirimize baktığımızı görünce bunun için para istemeyeceğini de ekledi. İstersek Almanca veya Rusça olarak da anlatabileceğini (Rus Filolojisi okuduğumu duyunca şaşırmıştı) söyledi fakat bizden olumlu bir yanıt bulamayınca hikâyesine başladı. Varşova’da İkinci Dünya Savaşı öncesi büyüklü küçüklü 500’den fazla Sinagogun bulunduğunu fakat birkaç tanesi hariç hemen hemen hepsinin savaş zamanında yerle bir şehrin geri kalanı gibi yerle bir edildiğiyle başladı ve 500 rakamının bizi yanıltmaması gerektiğini Yahudilerin her köşeye sinagog dikmeye meraklı olmadıklarını; fakat Musevilikteki herhangi bir sinagoga ibadet etmeye gidip geri evinize dönerken kat ettiğiniz mesafenin 2000 adımı geçmemesi gerektiği kuralından dolayı şehirdeki sinagog sayısının bu denli yüksek olduğunu söyledi. Varşova’daki bu son sinagogun ise aslında ilk inşa edildiğinde Nozyk adlı bir tüccarın özel sinagogu olduğunu fakat bu tüccarın daha sonra sinagogu bütün Yahudilerin kullanımına açtığını söyledi. Varşova’daki bir diğer eski büyük Sinagog’un bugünkü pl. Bankowy’daki, tepesinde “Peugeot” yazan gökdelenin yerinde bulunduğunu anlatırken gözleri dolmuştu. Gözlerimizin hayretle açıldığını görünce elini 9-10 tane dergi ve poşetlerle dolu eski çantasına uzatırken Yahudilerin özel günlerinde yapıp yedikleri “Hala” adlı bir kurabiyeden(?) söz açtı. Çantasında 4-5 tane bu kurabiyelerden olduğunu eğer istersek bu yaşlı ve fakir ihtiyara verebileceğimiz ikişer zloti karşılığında onları bizimle paylaşabileceğimizi söyledi. Bir buçuk-ikişer zloti uzatıp çantasından çıkardığı beyaz poşeti aldık. “Hala”ları elimizde taşımamamız gerektiğini söyleyip Zuzana’dan poşeti çantasına koymasını istedi. Ayrıca çantasındaki dergileri de 9-10zloti karşılığında bize satabileceğini de söyleyip hemen ardından “ama olmaz, pahalı gelir bu size, öğrencisiniz siz dedi. Dergilerden biri yanlış hatırlamıyorsam Varşova hakkındaydı ve kapağında Putin’in resmi vardı. Hoş sohbetimizin içine para karışıncaya dek her şey güzeldi, “hala”ların akıbetiniyse akıp giden bu satırlarda bulacaksınız.
Polonya’nın 1939 öncesi ve sonrası Yahudi popülasyonu hakkında daha geniş bir yazı yazacağım, fakat eften püften bir şey olmasını istemediğimden önce biraz zaman yaratıp araştırmam lazım…
Varşova Üniversitesi Kütüphanesi
Yahudi Mahallesinden sonraki durağımız Wisla nehri kıyısındaki Varşova Üniversitesi Kütüphanesi oldu. Juho futbol maçına gitmek için yanımızdan ayrılmıştı. Kütüphaneni şu an bu yazıyı yazdığım Jagiellon Üniversitesi Kütüphanesi’nden (Biblioteka Jagiellonski) daha büyük olduğunu sanmıyorum; fakat çok daha modern dizaynı, giriş katındaki kitabevleri, kafe ve restoranlarıyla bir kütüphaneden çok daha fazlası olduğunu haykırıyor gibiydi. Kütüphaneye giriş kartımız olmadığından Jagiellon Üniversitesi’nden aldığımız öğrenci kimliklerimizi göstererek şansımızı denedik fakat güvenlik görevlisinin ayak bileklerimize taktığı prangaya uygun gördüğü uzunluk 6-7 metreden fazla değildi. Güvenlik kapısından kütüphane girişinde bulunan dört uzun sütuna kadar iznimizin olduğunu söylemesine rağmen biz kütüphanenin her yerini gezdik. Kütüphanede kaç kitap var neyi nerde barındırıyorlar falan filan gibi bir araştırma yapmadım, fakat bügune kadar İstanbul’da öyle bir kütüphane görmediğimi söylemem yeterli olacaktır herhalde. Kütüphanenin içini gezdikten sonra girişteki küçük açık büfeden bir şeyler yedik. Ağzına kadar doldurduğum plastik tabağa kaç para ödeyeceğimi merak ederken büfede çalışan Leh kızın tabağımı küçük bir tartıya koymasıyla “çiternaşçe/14” (zloti) demesi bir oldu; zira yemekler kiloyla satılıyordu. Yemekten sonra Zuzana çantasındaki “hala”ları hatırlatıp denemek istemediğini ve onları çöpe atacağını söyledi. Sırf merakımdan belki de günlerdi o pis çantada duran “hala”lardan birini elime aldım ve kenarından usulca ısırdım. Biraz şekerli ve sıradan bir tadı vardı, “nothing special” deyip “hala”ları Varşova Üniversitesi Kütüphanesi’nin küçük çöp kutusuna bıraktım…

1 Aralık 2008 Pazartesi

Krakow’daki en mutlu gün!

Saat 18:45 gibi (tam bir saat önce) bir haftadır hazırlamayıp, hocadan kaçtığım St. Petersburg’taki “Kunstkamera” müzesi sunumumu sunmak için enstitünün yolunu tuttum. Şahsına münhasır hocamız Janusz Swiezy’nin ofis saatlerini değiştirdiği öğrenince de baya bir üzüldüm.
Sabah resepsiyoniste Türkiye’den bir paket beklediğimi, paketi teslim almam için ne yapmam gerektiğini sordum. Oda numaramı sorup arkasını döndü ve 111N kutucuğundan küçük bir kağıt çıkarıp yurda 600metre uzaklıktaki küçük bir posta ofisini yarım ingilizcesiyle bana tarif etti. Aslında paketi yarın sabah gidip teslim almayı düşünüyordum ki, enstitüden çıktığımda resepsiyonist adamın paketi bugün de saat 18:00-20:00 arası teslim alabileceğimi söylediğini hatırladım. Yürüdüm, bu soğuk havada usanmadan yürüdüm! Tam 800 metre! :)
Posta ofisine vardığımda omuzumda asılı duran laptopumdan başka yanımda garip bir adrese, dünyanın öbür ucuna postalanacak sarı saman kağıdına paketlenmiş kitaplar olmadığını fark edince durumu pek garipsemedim diyemem! Ha bir de pek bir arkadaş canlısını olan Beyoğlu postahanesi çalışanlarına da Krakow’dan selam yollamak lazım! Sizi ne çok özledim bilemezsiniz! Dönünce bütün posta işleriyle ben ilgileneceğim! Beni posta işlerinden sorumlu müdür yapar mı acaba birileri? :)
Şu an yanımda, “dostum” (bu kelimeyi kullanırken kendimi 50 senelik köşe yazarları gibi hissediyorum) Serdarla paylaştığım 111N adlı sevimli küçük yuvamızdaki küçük çalışma masamın köşesinde duran dört kitap, iki de yayın kataloğunun verdiği mutluluğu laptopumun başında harcamak istemediğimden “language evening”e gitmek üzere yazıyı bitiriyorum. Başta PTT ve Poczta Polska olmak üzere yayında ve yapımda emeği geçen bütün arkadaşlarıma şınorhagalutyunlarımı haydnellemeyi bir borç bilirim! :)
Oda arkadaşına bir özür: Özenle hazırlanmış paketi parçalamaya gönlüm razı olmadığından ekmek bıçağımızı (hani geçen gün şokellaya daldırıp kullandığın var ya!) kullanmak zorunda kaldım, biraz bant kokuyor falan ama idare et gece dönünce yıkarım! :)