16 Kasım 2008 Pazar

Krakow’daki İlk İki Ay

Tam iki aydır Krakow’dayım. Asıl amacım Krakow’da geçirdiğim her ay sonunda birer “kendi kendine hasbihâl” niteliği taşıyan yazılar yazmaktı. İlk ay sonunda oturup yazımı yazamadığımdan, hedefi ıskalamış bulundum. Zaten daha neleri ıskalamadım ki Krakow’da geçirdiğim bu iki ay boyunca?
İlk ve en önemli hedef olarak belirlediğim Lehçe öğrenme hedefime ulaşıyorum. Beş ayın sonunda İstanbul’a döndüğümde hiç de küçümsenemeyecek bir Lehçe kapasitesine sahip olacağımı hissedebiliyorum. Fakat kendime ciddi bir itirafta bulunmak cesaretini gösterirsem benim için Lehçeden çok daha önemli olan Rusçada aynı başarıyı ve tempoyu tutturamadığımı söylemeliyim. Son bir haftadır ciddi şekilde sorunun nerede olduğunu düşünüp durur oldum. Sorun şu ki, Lehçeyi oturup planlı ve programlı şekilde çalışıp öğrenmiyorum, sokakta, tramvayda, kafelerin-restoranların menülerinden öğrendiklerimi Rusça sayesinde çok hızlı bir şekilde algılayıp, kullanabiliyorum. Rusça içinse durum biraz farklı. Günde en az iki saat planlı şekilde çalışıp, verilen ev ödevlerini düzenli şekilde yaparak hızlı ve güvenilir bir ilerleme kaydedeceğim açık. Peki çözümü biliryorsun da niye uygulamıyorsun diye sormazlar mı adama?
Bu sorunun da cevabı basit. Zira burda yaşadığım hayat benim hayatım değil, iki aydır hedeflediğim birçok şeyden sanki adım adım uzaklaşıyormuşum gibi hissediyorum. Haftada en az iki geceyi pek de hoşlanmadığın müziklerin çalındığı bir gece klübünde veya bir ev partisinde geçiriyorsun. Kaç defa bir “club”a gittim İstanbul’da? Bir? İki? Hadi dört diyelim. İlk başlarda pek de şikayetçi olmadığım bu duruma derslerimi etkilemeye başladığı anda bir son vermem gerektiğini anladım.
Geçen hafta yine her hafta olduğu gibi bir Rusça teste tabi tutulduk. Sınıftaki diğer Erasmus öğrencileri olan Belçikalı üç kız aynı zamanda hem Lehçe hem de Rusça çalıştıkları için onların test kağıdı da Leh öğrencilerinkiyle aynıydı. Hoca önüme boş bir A4 kağıdı koyup süpermarkete gittiğimde kahvaltı, öğle yemeği ve akşam yemeği için neler aldığımı on beşer kelimeyle anlatmamı ve en favori üç filmimi özetlememi istediğinde şok oldum. Krakow’daki en kötü günümdü belki, test kağıdını yarı boş olarak hocaya teslim edip sınıftan çıktıktan sonra “kendi kendimle hasbihâl” çoktan başlamıştı bile. Üç senedir çalıştığım bir dilde yaptığım alışverişi anlatamıyorsam? En sevdiğim iki üç film hakkında iki lafı bir araya getirip yazamıyorsam?
Yurt hayatına alıştım diyebilirim. Haftada iki kez de olsa akşamları yemek yapıyoruz. Makarna, haşlanmış patates falan yiyiyoruz. Çarşamba günü gidip kendime slip mayo, bone ve gözlük aldım. Yurda iki ve sekiz dakika yürüyüş mesafesinde iki tane havuz var. Bir saat yüzebilmek için 7 zlotiyi (4ytl) gözden çıkarmanız gerekiyor. Haftada en az üç gün havuza gitmeye karar verdik.
İki aydır kitap okumadım. Geçen yıl Tüyap kitap fuarında Varlık Yayınları’nın standından satın aldığım Anna Ahmatova’nın “Ardından”ını okumaya çalıştım, çeviri Almanca-Rusça bir baskıdan yapılmış, olmamış diyebilecek kadar incelemedim ama sinmedi içime. Eylül başında Rober’in hediye ettiği Kundera’nın “Yavaşlık”ına gitti elim birkaç kez. Otuz-kırk sayfa da okudum hani. Sonra bir baktım bir kelime: “Sofracı”. Merak ettim internetten araştırdım Vikisözlük’te karşıma çıktı: “Saraylarda sofrayı kurmak, kaldırmak, yemeği dağıtmak gibi işlerle görevlendirilmiş kimse”. Kitapta söz konusu olan mekan saray falan değil, bir restoran. Çevirmenin “sofracı” dediği şahıs ise özgün Fransızca metinde çok büyük bir ihtimalle “garçon” olarak geçiyordur. “Garson” yerine “sofracı”yı tercih etmek için bir kez düşünmek yetmeyebilirdi bence. Her neyse, Özdemir İnce’ye Türkçe öğretecek değilim.
Burada hayat farklı yürüyor. İnsanların yedikleri farklı, içtikleri farklı, düşünmek zor
unda oldukları, olmadıkları farklı. Hemen hemen her şeyin alıştığınızdan farklı biçimde yaşandığı farklı bir şehirde, farklı bir ülkede yaşamanın dayattığı farkındalıklara göre bir yaşam çizmek bazen sıkıcı olabiliyor. İstanbul’da yayaya kırmızı yanıyorken karşıdan karşıya geçmenin cezası var mı bilmiyorum; ama burada yakalandığımda 100 zloti ceza ödeyeceğimin farkındayım ve gece yolda bir tek araç bile yokken ışığın yeşile dönmesini beklemem gerekiyor. Meraklısı olduğumdan değil ama, sokakta içki içmenin cezası da aynı. İnsanların yedikleri farklı şeylerle de aramın pek iyi olduğu söylenemez. İki aydır Krakow’dayım fakat henüz üç-dört haftadır Leh yemeklerini denemeye başladım. Çorbaları hoşuma gitti. En favori yemeğim “barszcz z kroketiem”. Küçük bir kase içinde sunulan, Rusların geleneksel çorbası “Borşç”u sevmedim diyemem, yine küçük bir tabakta birkaç dilim salatalık ve domates eşliğinde sunulan, içi tavuk etiyle dolu kroketin ise Slav mutfağına özgü bir yemek olduğunu sanmıyorum. Bir gün de “Ukrayna Borşç”u dedikleri çorbayı denedim yurdun yemekhanesinde. Diğer borşçtan farklı olmak üzere içinde havuç rendesi, fasülye taneleri ve ne olduklarını anlayamadığım dört-beş tür sebze daha vardı. Her resrotanda türlü çeşitleriyle karşılaşabileceğiniz “żurek (Jurek)”le de aram iyi. Şimdiye kadar yumurtalısını (çorba tabağının orta yerinde öylece duran haşlanıp soyulmuş yumurtayı gördüğümde şok olmuştum) ve patatesli-sosislisini denedim.
Varşova’da Çek mutfağıyla da ufak çapta bir temasta bulundum. Varşova’daki il
k gecemizde gittiğimiz ve gayet popüler olduğunu düşündüğümüz (restoran tıklım tıklım doluydu ve fiyatlar diğer restoranlarınkinden çok daha yüksekti) Çek restoranı “U Szwejka”da (Şvayk’ın Yeri) içtiğim kekikle süslenmiş dağ/orman mantarlı geleneksel Çek çorbası çok lezzetliydi. Ayrıca “Old Town” dedikleri Varşova’nın en turistik yeri olan bir restoranda denediğimiz geleneksel Macar yemeği Gulaş’ın tadı da (Gulyás- Macarcada sığır güden kişi, çoban demekmiş) fiyatının 19zloti (11ytl) olduğunu öğrenene dek çok lezzetliydi. Menüdeki “19zloti”yi “12zloti” olarak görüp siparişi vermemize sebep olan arkadaşım Juho ise üzgündü.
İki hafta önce bir akşam vakti, meydandaki Adam Mickiewicz heykelinin altındaki mermer-banklardan birinde yalnız başıma oturuyordum ki Krakow’da her köşebaşında karşılaşabileceğiniz dilencilerden birinin bana doğru yürüdüğünü fark ettim. Turist olduğum her halimden belli olac
ak ki benimle İngilizce konuşmaya çalıştı ilk önce, başımdan savmak için İngilizce bilmediğimi söyledim, Almanca konuşmaya çalışınca çok az Rusça konuşabildiğimi itiraf ettim. Rusça biliyor olduğunu tahmin etmek çok zor olmasa gerekti çünkü 55-60 yaşlarında (sonradan tam 60 yaşında olduğunu öğrendim) gösteriyordu. Önce nereli olduğumu sordu ve Türkiye’li olduğumu duyunca Atatürk’ten ve İstanbul’da bahsetti. Boğaz’ı ve Aya Sofya’yı biliyordu. Türkçe ve Arapçanın ayrı iki dil olduklarını bildiğinin vurguladıktan sonra belki anlarım umuduyla Arapça kelimeler sarfetti. Adımın Ararat olduğunu öğrenince çok şaşırdı ve Ermenistan’da bulunan, Ermeniler için önemli bir dağ olduğunu söyledi. Tabii ki dağın Türkiye sınırları içerisinde bulunduğunu söyledikten sonra Ermeniler hakkında anlattıklarını dinlemeye devam ettim. Kendisinin de yakınlarında bir köyde doğduğu Łódź şehri yakınlarında bir yerlerde yaşayan iki baba-oğul Ermeni tanıdığı olduğunu babanın adının Ruben olduğunun oğlunun adını hatırlayamadığını söyledi. Büyük ihtimalle Sovyetlerden göçmüş olabileceklerini tahmin ettiğim bu iki Ermeni hakkında birkaç tatlı söz söyledikten sonra usulca Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni Soykırımı’ndan haberdar olduğunu söyledi. Türkiye’de kadınları çarşaf kullandıklarını Türkiye’nin koyu müslüman bir ülke olduğunu bildiğini söyledi, anadili olduğu için Lehçe; Rusça, İngilizce ve Almanca konuşabiliyordu. Bildiği dilleri okulda öğrendiğini, sekiz yıldır Krakow’da yaşadığını, evsiz ve işsiz olduğunu sıralarken avucundaki 2 zlotiyi hissedince teşekkür etti ve beni yalnız bırakmak için en uygun anı kollamaya başladı. Adı Macek olan bu Leh dostumun yanımdan ayrılırken kulağıma fısıldadığı Rusça cümleyi bugünlerde unutmamaya özen göstersem iyi olacak: “Ben çok gezmedim, işsizim, evsizim; ama çok kitap okurum.”

2 Kasım 2008 Pazar

Yeni Oda Arkadaşımız “SPÇi”

Tam bir aydır Zaczek’te yaşıyoruz. Son iki haftadır depo görevlisine uyguladığımız presin meyvesini geçtiğimiz salı sabahı saat 08:20 gibi aldık. İki haftadır bizi bugün git-yarın gel diyerek oyalayan ve havlu-çarşaf-yorgan kılıfı gibi en basit ihtiyaçlarımızı bile anında karşılamak yerine her seferinde “pliz kontak mi leytır” diyerek sıvışan görevliyi önümüze kattığımız gibi buzdolaplarının saklandığı odaya yollandık. İçeri girdiğimizde odanın ortasına gelişigüzel atılmış, ikisi çok küçük, biri çok büyük bir diğeri de orta boyda dört yaşlı buzdolabı tarafından karşılandık. Küçük olanların hiç çalışmadığını, büyük olanın çalıştığını, orta boylu olanın, yani yeni oda arkadaşımız “Spçi”nin de idare edecek kadar çalıştığını söyledi. Büyük olanı alsaydık odada bize hareket edecek yer kalmayacaktı, öyle ki “Spçi”yi evlat edinmekten başka çaremiz yok gibiydi. Buzdolabının içini eliyle şöyle bir yoklayıp ışığının da yandığını görünce “tamamdır abi aradığımızı bulduk” onayını veren Serdar’ın gazıyla buzdolabını sırtladığımız gibi tekerlekli arabaya koyup küçük ama sevimli 111N’mizin yolunu tuttuk...
Spçi’nin dışı içinden daha soğuk, benimle yaşıt olduğunu tahmin ettiğim motoru üç buçuk dakikada bir üç saniyelik bir “hırrrrrr” sesi çıkarıp “tıkk” deyip duruyor. Kapısını açmak üç-dört saniye sürebiliryor; zira birden açmaya kalkarsanız ön sol ayağı olmadığı için dolap öne düşüyor, kapısını açmayı başarsanız bile nefesinizin tutmadan karşısında durmak cesaret istiyor. Anlık bir yanılgıyla sahiplendiğimiz bu yardıma muhtaç arkadaşımızla yarın sabah depo açılır açılmaz vedalaşacağız.

1 Kasım 2008 Cumartesi

Krakow’da Ders Zamanı

Krakow’a gelmeden önce aklıma takılan ilk ve en önemli sorulardan biri Rusçadan uzaklaşıp uzaklaşmayacağımdı. Geçen yıl Krakow’da öğrenim gören sınıf arkadaşlarımızdan Rus Dili ve Kültürü üzerine çalışan Leh öğrencilerin Rusça seviyelerinin epey bir yüksek olduğunu ve bu yüzden Rusça derslere katılma şansı bulamadıklarını duymuştum. Açıkçası planım Rusçamı geliştirmekten çok unutmamak, diğer yandan İngilizce dersler seçerek İngilizcemi geliştirmek ve aynı zamanda Lehçe kursum sayesinde Lehçe öğrenmekti.
Öğrenim gördüğümüz Jagiellonian University 2008-09 eğitim-öğretim yılına Ekimin ilk haftasında başladı. Ekimin beşinden itibaren ders seçme sürecimizin başladığını ve iki, en geç üç hafta içinde sömestr boyunca takip etmek istediğimiz dersleri belirlememiz gerektiği daha önceden bildirilmişti. İki veya üç günde bir güncellenerek mail adresime gönderilen üniversite bünyesinde okutulacak olan İngilizce dersler programından ilgimi çeken dersleri belirledim ve deneme amaçlı olarak derslere katıldım. Deneme derslerin sonucunda haftalık ders programıma son halini vermiş oldum:
“History of Polish Culture” (Leh Kültürü Tarihi),
“Contemporary Polish Film I” (Çağdaş Leh Sineması I),
“Yiddishkeit – Language and Culture of Ashkenazi Jews”
(Yidiş­ - Aşkenaz Yahudilerinin Dili ve Kültürü),
“Social Life Under Communism. The Polish Case”
(Komünizm Etkisinde Sosyal Yaşam. Leh Durumu/Meselesi),
“Kultura Rosji i Narodów Sąsiednich
(Rusya ve Komşularının Kültürü [bu seçtiğim tek Rusça ders]),
“Polish Language Course” (Lehçe Kurs).
Programımdaki tek Rusça ders için 2x90dk. gramer, 2x90dk. konuşma ve dinleme dersi olmak üzere haftanın dört günü fakülteye gitmek zorundayım. Diğer İngilizce derslerimin her biri ise haftada sadece 90 dakika işlenmekte. Lehçe kursumuz haftada iki gün, günde 130 dakika. Zaten eylülde iki haftalık “Polish Survival Course”a katılıp sınavı verdiğimiz için Lehçe kursumuza ikinci seviyeden başladık. İngilizce ders veren bütün hocaların İngilizceleri yeterli seviyede, özellikle Leh Kültürü Tarihi dersini okutan doçentin İngilizcesi çok akıcı ve İngilizce ders dinleme alışkanlığım olmadığından ders sırasında not alamıyorum. Derslerden geçmeniz için ya sınavı vermeniz ya da 6-10 sayfa uzunluğunda bir makale yazmanız gerekiyor.
İstanbul’da üçüncü sınıfa geçmiş olmama, yani üç yıldır Rusça çalışıyor olmama rağmen burda ikinci sınıf öğrencilerinin derslerine girmek zorundayım. Sınıf A-B-C olmak üzere üç gruba ayrılmış. Rusça çalışan diğer Erasmus öğrenci arkadaşlarımızla gruplarımızı seçmeye gittiğimizde C grubunun seviyemin altında kalacağını düşünerek B grubuna girmeyi istedim; kordinatörümüz B’de yer kalmadığını belki A grubunu denememin benim için daha faydalı olacağını söyledi. A gurubunun seviyesi diğer İngilizce dersler ve Lehçe kursumla beraber yürütemeyeceğim kadar yüksekti, şu an derslerine girdiğim B grubundaki öğrencilerle hemen hemen aynı seviyede olduğumu ve dersleri rahatlıkla takip ettiğimi söyleyebilirim.
Leh Kültürü Tarihi’nin ilk dersinde not düşmeye değer bir şey oldu. Polonyalıların tarih boyunca nasıl adlandırıldıklarından bahseden hoca “Leh” kelimesinden söz açtı ve bugün bütün dünyada “Polonya”nın “Poland”, “Polonyalı-Polonya dili”nin de “Polish” olarak bilindiğini ve dünya üzerinde sadece tek bir dilde “Leh” ve “Lehistan” kelimesinin kullanılageldiğini tekdüze ve her zamanki gibi kendinden emin ses tonuyla söyleyip sorgulayan gözlerle sınıfı süzdü ve cevap bulamayınca devam etti: “Turkish!!!”. Daha ilk günden hocanın karizmasını 35-40 Erasmus öğrencisinin önünde yerle bir etmenin pek hoş karşılanmayacağını düşündüm ve dersten sonra yavaşça kürsüye yaklaşıp Ermeni olduğumu, Ermenice bildiğimi ve Ermenicede de “Lehistan/Lehasdan-Leh” sözcüğünün kullanıldığı söyledim. Şaşkın gözlerle bana bakan hocanın dudaklarından dökülenler şunlar oldu: “Ooo! I did not know that, i really did not know that, thank you very much, thank you” oldu. Nazikçe Ermenilerin ve Türklerin yüzyıllarca birlikte yaşadığını ve muhtemelen Ermenicenin Türkçeden etkilendiğini anlatmaya çalışan Janusz Barański bir an evvel dışarı çıkıp pis pis sırıtmayı sabırsızlıkla beklediğimi hissetmemiştir umarım. Dersler hakkında yazmayı sürdüreceğim…
Resimler
1-"Social Life Under Communism. The Polish Case" adlı dersi işlediğimiz sınıfın da bulunduğu üniversitenin ana binası "Collegicum Novum"
2-Lehçe kurs gördüğümüz Polonistik Enstitüsü