5 Aralık 2008 Cuma

Varşova’da Dört Gece Beş Gün Cilt I

Bu ayın yedisinden on ikisine kadar beş gün-dört gece Varşova’daydım. Krakow’da geçirdiğim iki ay boyunca şehri bilen Krakowlulardan, Lehlerden ve Erasmus arkadaşlarımdan duyduklarım Varşova’ya karşı önyargılar beslemeye başlamama yol açtı. Zaten Erasmus programına başvurmadan önce yaptığım “googleing” sonucunda başkentin Krakow’dan daha ilgi çekici, daha tarihi ve daha yaşanılır bir şehir olmadığını izlenimini edinmiştim.
Varşova’da geçirdiğim dört gece-beş gün şehrin görülmesi gereken önemli yerlerinin tamamına yakınını görmeme yetti. İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Nazi bombalamarıyla birlikte şehirdeki on binadan sekizi yerle bir olduğundan 1950’lerden başlayarak Zümrüdü Anka kuşu gibi küllerinde yeniden doğmuş “Warszawa”. Hatta bence doğmakla kalmayıp şehrin göbeğinde gökyüzünü delmek istercesine yükselen Bilim ve Kültür Sarayı ve “Gökdelen”leriyle epey bir büyüyüp serpilmiş. Şehrin göbeğine oturtulmuş başka bir çirkinlik abidesi olan “Warszawa Centralna” tren istasyonunun kirli basamaklarını tırmanırken adeta beni karşılamak için sıraya girmiş olan gökdelenlerin yanımdaki Fin arkadaşım Juho’ya dönüp bir “Oh my god!” çekmeme sebep olacaklarını nerden bilebilirdim ki!

Hostel!
İnternetten bulduğumuz Nathan’s Villa diye şehir merkezine 500 metre uzaklıktaki bir hostelin 6 yataklı bir odasına günlüğü 55 zlotiden (35ytl) rezervasyon yaptırdık. Bir hafta-on gün öncesinden rezervasyon yaptırsaydık 10zloti daha ucuza kalabilirdik. Hosteldeki ilk gecemizde çok tuhaf bir olaya tanık olduk. Varşova’daki ilk gecemizi hostelde geçirmek istemediğimizden bir bara veya bir klübe gitmek üzere hostelden ayrıldık. Uyumak için döndüğümüzde saat üçe geliyordu. Sabah dokuz gibi uyandık. Yan ranzada uyuyan Kanadalı çocuk (Almanya’da okuduğunu, Varşova’ya haftasonu için geldiğini söyledi) gece uyumaya çalışırken yarım saat boyunca “terrible noise” diye nitelediği bir ses-çığlık-inilti duyduğunu, yarım saat boyunca uyuyamadığı için daha sonra da konsantre olup uyuyamadığını söyledi. (Biz gece hostele geldiğimizde, odasından çıkıp üstünde şortuyla resepsiyona gelen genç bir adam resepsiyonist kadına bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, kadının söylediklerinden anladığım kadarıyla “görüyorsun ki ben burda yalnızım ne yapabilirim” falan gibi cümleyle karşılık verdiğini tahmin ettim. Yavaş hareketlerle, elini telefona götürüp üç haneli bir numara çevirdi ve 15-20 saniyelik bir adres tarifinden sonra telefonu sinirli bir şeklide kapattı.
Ertesi sabah kahvaltıda…
Hostelde sabah 8-11 arası mutfak tezgâhına dizilmiş 9-10 çeşit reçel-bal ve tost ekmeğinden kendinize güzel bir kahvaltı hazırlama şansına sahiptik, ayrıca 24 saat boyunca çay ve kahveyi ücretsiz içebiliyorduk (bulaşığınızı kendiniz yıkamak zorundasınız tabi!).
Kahvaltıda Zuzana, gece hostele vardığımızda gördüğümüz şortlu genç adamın resepsiyondaki kadına bahçede ikinci kattaki odasının pencereyesinden aşağı düşen ve bağıran-inleyen bir kız olduğunu, ambulansa haber vermesi gerektiğini anlatmaya çalıştığını söyledi. Zuzana Slovakyalı olduğundan Lehçeyi çok kolay anlayıp, konuşabiliyor. Hostel içinde Juho ile giriştiğimiz küçük çapta bir araştırma sonucu kızın gece bir gibi hostele geldiğini, camı açıp sigara içmek istediğini ve dengesini kaybedip aşağı düştüğünü öğrendik. İşin garip tarafı ise kızın yarım saat boyunca bahçede “terrible noise” çıkarması ve bizim odada kalan Kanadalı çocuk dahil hostelde uyuyanların kıllarını bile kıpırdatmayıp uyumaya çalışmaları. Bu gairp olay dışında hostel kaldığımız süre boyunca her şey yolundaydı. Temiz odaları, banyoları ve mutfağıyla, güleryüzlü ve “friendly” çalışanlarıyla Nathan’s Villa Hostel’de kalmaktan memnuniyet duyduk!
Varşova’da İlk gün!
Krakow’dan Varşova’ya gitmenin en zevkli ve en kolay yolu tren yolculuğu yapmak olmalı! Ekspres dedikleri hızlı trenle veya normal trenle yolculuk etme şansınız var. Öğrenciyeniz ekspres biletiniz 58 zloti (35ytl) olacaktır. Yaklaşık üç saatlik bir yolculuktan sonra kendimizi “Warszawa Centranla” tren istasyonunun basık atmosferinden bir an evvel kurtulmak amacıyla basamakları hızlı hızlı tırmanırken bulduk...
Bilim ve Kültür Sarayı
Şehrin merkezindeki, eski adıyla Josef Stalin Bilim ve Kültür Sarayı (Pałac Kultury i Nauki imienia Józefa Stalina- PKİN) 1952-55 yılları arasında Stalin’in emriyle 3500 Sovyet işçisinin (bunlardan 16’sı inşaat süresince meydana gelen çeşitli kazalar sonucu ölmüş) gece gündüz çalışmasıyla inşa edilmiş. Sovyet rejiminin dağılmasından sonra Stalin’in ismi binanın içi ve dışındaki çeşitli heykellerden ve salonlardan silindiği gibi, yapının isminden de kaldırılmış (bugünkü adı: “Bilim ve Kültür Sarayı”). Mimarisi o dönemde inşa edilen Sovyet “gökdelen”leriyle benzerlikler taşımakta, öyle ki aynı zamanda Moskova Devlet Üniversitesi binasının da mimarı olan Lev Rudnev’in Kültür ve Bilim Sarayı’nı tasarlarken adeta Üniversite binasından kopya çektiğini düşünmemek elde değil. 42 katlı yapı 231 metrelik uzunluğuyla Avrupa Birliği’ndeki 7. Dünyadaki 187. en uzun bina unvanına sahip. Ayrıca Tokyo’daki NTT Docomo Yoyogi Building’in 2002 yılındaki açılışına dek dünyanın en uzun saat kulesi unvanına da sahipmiş (şu an en uzun ikinci saat kulesi).
Hostele kaydımızı yaptırdıktan sonra soluğu binanın 30. katındaki terasta aldık. Varşova’yı 114 metre yükseklikten seyretmenin maliyeti 15 zloti. Terasın öyle aman aman görülmesi gereken bir Varşova manzarası yok. Zaten Varşova’nın öyle mutlaka görülmesi gereken bir manzarası olduğuna da inanmıyorum.
Yapıyla ilgili en ilgi çekici nokta ise Varşovalıların binaya taktıkları lakaplar. Stalin's syringe (Stalin’in Şırıngası), Russian Wedding Cake (Rus Düğün Pastası), Pajac (Soytarı- Lehçedeki Pałac[Palace] kelimesine yakın bir telaffuzu var) ve en ilginç olanı ise “Pekin” (yapının isminin kısaltılmış hali PKİN).
Ayrıca binanın 11. ve 12. katında Collegium Civitas adlı bir üniversitenin bulunuyor oluşu da bir diğer ilgi çekici nokta.
Varşova’da bir sergi: “Orientalizm”
Cumartesi günü Zuzana ile Varşova’nın en önemli müzelerinden biri olan Muzeum Narodowe’yi gezdik. Juho Varşova’da yaşayan Fin bir arkdaşıyla buluşup bir futbol maçına gittiği için bizle gelemedi (Juho’nun gittiği her şehirde bir futbol maçına gitmek gibi garip bir hobisi var). Halk Müzesi’ndeki geçici sergi üçte biri Osmanlı İmparatorluğu’yla alakalı olan “Orientalizm” adlı sergiydi. Ayrıca sergi süresince 17.10-21.12.2008 tarihleri arasında düzenlenecek olan etkinlikler broşürünü incelerken birkaç tanıdık isme de rastladım. 7 Aralık Pazar günü saat üçte Nuri Bilge Ceylan’ın İklimler (Klimaty) adlı filmi gösterilecekken Prof. İlber Ortaylı da 18 Kasımda “Türk Tarihçilerin Gözünde Polonya”(Polska w oczach historiografow tureckich) adlı bir konferans verecekmiş.
Varşova Halk Müzesi’nin sanatsal ve tarihi açıdan ne kadar zengin/fakir olduğunu hakkında da bir şeyler söylemek isterdim ama henüz ne sanattan ne de tarihten böylesi bir teşhiste bulunabilecek kadar anlamıyorum.
Eski Yahudi Mahallesi
Krakow’da olduğu gibi Varşova’da da İkinci Dünya Savaşı öncesinde Yahudilerin yaşadığı bir Yahudi Mahallesi/Bölgesi varmış. Ghetto dedikleri yere gitmedik, zira yıkık iki parça duvardan başka bir şey bulamayacağımızı biliyorduk. Gökdelenlerle çevrelenmiş şehir merkezinin içinde sayılabilecek bir yerde bulunan Varşova’nın ayakta kalmayı başaran tek sinagogu Nożyk’i ve hemen 100 metre uzaklığındaki eski Yahudi sokağını gezmek daha cazip gelmişti bize. Cumartesi günü Sinagog’un kapalı olacağını akıl de edemediğimizde ne içini görebildik ne de restorasyon gördüğü için dışını. Bu kısa ziyaretimizden çıkardığım şey ise o iki yanı uzun eski binalarla çevrili dar sokakta yaşayan insanların en azından dünyanın başka bir yerlerinde de olsa artık nefes alamadıklarını, yaşayamadıklarını düşündükçe elinde fotoğraf makinesiyle şehri gezip-görmeye gelmiş bir turistten daha fazlası olduğunuzu hissettiğiniz. Sinagogun bulunduğu yeri terk ederken oradaki banklardan birinde oturan 80 yaşlarında, beyaz saçlı, hafif kamburu çıkmış bir kadın usulca seslenerek bizi yanına çağırdı. Ben ve Zuzana her zamanki gibi kadını Varşova’daki binlerce dilenciden biri sanarak yolumuza devam ettik. Yaklaşık on beş metre sonra dönüp arkama baktığımda Juho’nun kadınla bir şeyler konuştuğunu gördüm. Juho’nun merhaba-nasılsın-iyi günler üçlüsünden ibaret Lehçe kapasitesiyle kadınla konuşmasının imkansız olduğunu bilmem merakımı daha da artırmıştı. Yanlarına yaklaştığımda bu yaşlı kadının ne kadar akıcı bir İngilizceyle kendini ifade ettiğini gördüğümde ise baya şaşırdım. İsimlerimizi, nereden geldiğimizi, neden Polonya’da olduğumuzu, ne okuduğumuzu sorduktan sonra eğer istersek bize Sinagog’un hikâyesini anlatabileceğini söyleyip, bizim tereddüt içinde birbirimize baktığımızı görünce bunun için para istemeyeceğini de ekledi. İstersek Almanca veya Rusça olarak da anlatabileceğini (Rus Filolojisi okuduğumu duyunca şaşırmıştı) söyledi fakat bizden olumlu bir yanıt bulamayınca hikâyesine başladı. Varşova’da İkinci Dünya Savaşı öncesi büyüklü küçüklü 500’den fazla Sinagogun bulunduğunu fakat birkaç tanesi hariç hemen hemen hepsinin savaş zamanında yerle bir şehrin geri kalanı gibi yerle bir edildiğiyle başladı ve 500 rakamının bizi yanıltmaması gerektiğini Yahudilerin her köşeye sinagog dikmeye meraklı olmadıklarını; fakat Musevilikteki herhangi bir sinagoga ibadet etmeye gidip geri evinize dönerken kat ettiğiniz mesafenin 2000 adımı geçmemesi gerektiği kuralından dolayı şehirdeki sinagog sayısının bu denli yüksek olduğunu söyledi. Varşova’daki bu son sinagogun ise aslında ilk inşa edildiğinde Nozyk adlı bir tüccarın özel sinagogu olduğunu fakat bu tüccarın daha sonra sinagogu bütün Yahudilerin kullanımına açtığını söyledi. Varşova’daki bir diğer eski büyük Sinagog’un bugünkü pl. Bankowy’daki, tepesinde “Peugeot” yazan gökdelenin yerinde bulunduğunu anlatırken gözleri dolmuştu. Gözlerimizin hayretle açıldığını görünce elini 9-10 tane dergi ve poşetlerle dolu eski çantasına uzatırken Yahudilerin özel günlerinde yapıp yedikleri “Hala” adlı bir kurabiyeden(?) söz açtı. Çantasında 4-5 tane bu kurabiyelerden olduğunu eğer istersek bu yaşlı ve fakir ihtiyara verebileceğimiz ikişer zloti karşılığında onları bizimle paylaşabileceğimizi söyledi. Bir buçuk-ikişer zloti uzatıp çantasından çıkardığı beyaz poşeti aldık. “Hala”ları elimizde taşımamamız gerektiğini söyleyip Zuzana’dan poşeti çantasına koymasını istedi. Ayrıca çantasındaki dergileri de 9-10zloti karşılığında bize satabileceğini de söyleyip hemen ardından “ama olmaz, pahalı gelir bu size, öğrencisiniz siz dedi. Dergilerden biri yanlış hatırlamıyorsam Varşova hakkındaydı ve kapağında Putin’in resmi vardı. Hoş sohbetimizin içine para karışıncaya dek her şey güzeldi, “hala”ların akıbetiniyse akıp giden bu satırlarda bulacaksınız.
Polonya’nın 1939 öncesi ve sonrası Yahudi popülasyonu hakkında daha geniş bir yazı yazacağım, fakat eften püften bir şey olmasını istemediğimden önce biraz zaman yaratıp araştırmam lazım…
Varşova Üniversitesi Kütüphanesi
Yahudi Mahallesinden sonraki durağımız Wisla nehri kıyısındaki Varşova Üniversitesi Kütüphanesi oldu. Juho futbol maçına gitmek için yanımızdan ayrılmıştı. Kütüphaneni şu an bu yazıyı yazdığım Jagiellon Üniversitesi Kütüphanesi’nden (Biblioteka Jagiellonski) daha büyük olduğunu sanmıyorum; fakat çok daha modern dizaynı, giriş katındaki kitabevleri, kafe ve restoranlarıyla bir kütüphaneden çok daha fazlası olduğunu haykırıyor gibiydi. Kütüphaneye giriş kartımız olmadığından Jagiellon Üniversitesi’nden aldığımız öğrenci kimliklerimizi göstererek şansımızı denedik fakat güvenlik görevlisinin ayak bileklerimize taktığı prangaya uygun gördüğü uzunluk 6-7 metreden fazla değildi. Güvenlik kapısından kütüphane girişinde bulunan dört uzun sütuna kadar iznimizin olduğunu söylemesine rağmen biz kütüphanenin her yerini gezdik. Kütüphanede kaç kitap var neyi nerde barındırıyorlar falan filan gibi bir araştırma yapmadım, fakat bügune kadar İstanbul’da öyle bir kütüphane görmediğimi söylemem yeterli olacaktır herhalde. Kütüphanenin içini gezdikten sonra girişteki küçük açık büfeden bir şeyler yedik. Ağzına kadar doldurduğum plastik tabağa kaç para ödeyeceğimi merak ederken büfede çalışan Leh kızın tabağımı küçük bir tartıya koymasıyla “çiternaşçe/14” (zloti) demesi bir oldu; zira yemekler kiloyla satılıyordu. Yemekten sonra Zuzana çantasındaki “hala”ları hatırlatıp denemek istemediğini ve onları çöpe atacağını söyledi. Sırf merakımdan belki de günlerdi o pis çantada duran “hala”lardan birini elime aldım ve kenarından usulca ısırdım. Biraz şekerli ve sıradan bir tadı vardı, “nothing special” deyip “hala”ları Varşova Üniversitesi Kütüphanesi’nin küçük çöp kutusuna bıraktım…

Hiç yorum yok: