15 Şubat 2009 Pazar

Anne Frank Müzesi, Amsterdam

Bu ismi bilmeyenimiz, duymayanızmız yoktur herhalde. Her neyse, bilgimizi tazeleyelim.
Frank ailesi 1933’te Nazilerin Adolf Hitler liderliğinde iktidara gelmesi ve hemen ardından anti-semitist çevrelerin ve hareketlerin yükselmesiyle yaşadıkları Frankfurt am Main’den Hollanda’ya, Amsterdam’a göç etmişler. Baba Otto Frank üç-dört nesilden Frankfurt’lu (bu Frankfurt’lardan Almanya’da birkaç tane var, bir diğeri ülkenin doğusundaki Franfurt am Oder, diğeri ülkenin batısındaki Frankfurt Hahn, tabi en büyükleri, ülkenin finans ve ekonomi merkezi olan Frankfurt am Main), anne Edith Frank’ın ailesi ise Almanya-Belçika sınırındaki Aachen adlı küçük şehirden. Otto Frank Nazilerin gündelik hayatta baskı olmaya başlamalırını hissedince rahatsız oluyor ve Amsterdam’da pekmez-reçeller satan bir şirketten aldığı iş teklifini kabul ederek pılını pırtını toplayıp göçüyor.
Hollanda’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki tarafsızlığını İkinci Dünya Savaşı sırasında da sürdüreceğini uman aile için işler pek yolunda gitmiyor. Avrupa’da yakılıp-yıkılmadık şehir bırakmayan Nazi ordusu Hollanda’ya da saldırıp Amsterdam’a kadar giriyor. Yönetimi ele geçiren Naziler işe Yahudilere karşı yasaklar koyarak başlıyorlar. Yahudiler tiyatroya, sinemaya gidemez; tramvaya, otobüse binemez.
Savaş altındaki koca kıtada kaçacak başka bir şehir ve fırsat bulamayan baba Otto Frank ailesini yaşadıkları Yahudi mahallesinden çalıştığı şirketin binasına taşıyor. Binanın arkasında gizli bir ekyapı var (İng: secret annex, Flam: Achterhuis), üçüncü kattaki bir kapıdan bu gizli ekyapıya geçiyorsunuz, yapı binanın arkasındaki bahçeye baktığından gizli veya ek olduğu anlaşılmıyor, binanın kendisiymiş gibi gözüküyor. İki kattan, dört-beş odadan ve küçük bir banyodan oluşan bu gizli yerde saklanmaya başlıyor Frank ailesi. Birkaç ay sonra üç kişilik bir Yahudi aile ve bir Yahudi diş doktoru da katılıyor. Sekiz kişi, gözüdönmüş Nazilerin hışmından saklanıyorlar yani.
Saklanmaya başlamadan birkaç ay önce, 13. doğumgününde bir hediye alıyor Anne babasından. Doğumgününden birkaç gün önce bir dükkanın vitrinin ona gösterdiği küçük, pembe, ufak bir kilidi bile olan günlük bu. Anne çatı katındaki küçük odasında saklanmaya başladığı günden itibaren düzenli olarak yazıyor. Her şey hakkında. On üç yaşında bir kızın yazacak neyi olabilir demeyin. Saklanırken yaşadıklarını, annesi, babası, kendinden iki yaş büyük olan ablası Margot hakkında düşündüklerini yazıyor. Ve tabi, hayallerini. Bir gün günlüğüne düştüğü notta, biliyorum diyor, yazabildiğimin farkındayım, anlatabilme kabiliyetim var, ama bir yazar olup olamayacağımı zaman gösterecek. Bu nottan birkaç ay sonra “Achterhuis” (Gizli Ekyapı) adlı bir romana başladığını öğreniyoruz Anne’nin. İki yıl boyunca, pencereden dışarı bile bakamadan saklandıkları, tek güneş ışığı ve temiz hava kaynağının tavandaki küçük delik olduğu o tavanarasında yaşadıklarını yazıyor.
O evde iki yıl boyunda saklanmayı başaran sekiz kişi, bir gün ispiyonlanıyorlar ve 4 Ağustos 1944 sabahı bir baskınla yakalanıyorlar. Saklananları kimin ispiyonladığı hâlâ meçhul olsa bile onların orada saklandıklarını sadece Otto Frank’ın dört çalışanı biliyor. Tabi onlar da iki sene boyunca saklananlara yiyecek, içecek, dergi, kitap getirerek o gönüllü/zorunlu mahkümiyet boyunca canlı kalmalarını sağlayanlar.
Birkaç gün sonra soluğu Krakow’a 70km uzaklıkta olan Auschwitz kasabasındaki devasa toplama kampında alıyorlar. Birkaç ay burada yaşam mücadelesi verdikten sonra Anne ve ablası Margot Almanya’daki Bergen-Belsen toplama kampına yollanıyorlar, Anne Edith Frank Auschwitz’de açlıktan can veriyor. Baba Otto Frank ise kızları tarafından ölmüş olarak bilinse de Sovyet ordusu batıya ilerleyip kampı ele geçirdiğinde Nazilerin elinden sağ kurtulan altı-yedi bin kişiden biri oluyor. Ailelerinin öldüğünü düşünen Margot ve Anne yaşama isteklerini iyiden iyiye yitiriyorlar, kampta yaklaşık on yedi bin kişinin ölümüne sebep olan tifüse yakalanan kardeşlerden önce Margot ölüyor, birkaç gün sonra ise Anne.
Tifüsün yayılmasını engellemek isteyen Naziler kampı baştan aşağı yakmış, ortada tabuta koyacak bir ceset bile kalmamış.
Baba Frank Savaş bitince Amsterdam’a belki karşısında ailesinden birilerini bulma umuduyla geri dönmüş. Ailesinden arda kalan tek şey ise sektereri Map Gies tarafından Anne’nin odasında bulunan günlük olmuş. Kendisinin kızının yazdığını bildiğini fakat böyle günü gününe bir günlük tuttuğunu bilmediğini söyleyen Otto Frank kızının yazdıklarını okuduktan sonra yayımlatmaya karar vermiş. Önce Hollanda, Fransa ve Almanya’da; daha sonra İngiltere, Amerika ve (daha ilk baskıda) 100.000 kopya ile Japonya’da (Japonların kitap okuduklarını bilirdim ama bu kadar da değil artık) büyük üne kavuşmuş. Türkçe dahil 60 dile çevrilen kitap tüm zamanların en çok okunan kitaplarından biri olmak özelliğine sahip, ayrıca İkinci Dünya Savaşı’ndan insalığa kalan en önemli edebi eserlerden biri.
Amsterdam’a gitmeden önce gezmem gereken müzelerin bir listesini çıkarmıştım. Anne Frank Müzesi de bunlardan biriydi. Amsterdam’daki müzeler çok pahalı, ayrıca öğrenci indirimi falan da yok, sormayın sakın, anlamıyorlar çünkü.
Girişi 7.5€ idi. Ben 9-10 dilde basılmış Müze broşürlerinden seçerken kuyrukta önümde duran Türk gruptan bir kız “Ay bu kızın nesi varmış ki şimdi burdaa!” gibisinden bir çemkirdi. Girişte sırt çantanızı ters asmanız isteniyor, göğsünde bebeğini taşıyan bir anne imgelemi gelip dayanıyor tabi o an kapınıza.
Müzenin en ilgi çekici kısmı Anne Frank’ın odası tabi, “daha yaşanılır, daha eğlenceli hale getirmek için yapıştırıyorum” dediği artist, şarkıcı resimleriyle süslü duvarlar, olduğu gibi korunuyor. Evde eşya yok, o haliyle bile küçük. Sağda solda oynayan videoları kaçırmayayım, o resme de bakayım şunu da göreyim derken atmosferden etkilendiğinizi anca müzenin dışına adım attığınızda anlayabiliyorsunuz. Karşısınızda Amstardam’daki en büyük kiliselerden biri ve uzun çan kulesi duyuyor, Anne’nin her gün kuleden yayılan çan sesini duydukça şarkıcı olmayı hayal ettiğini okuduğunuz aklınıza geliyor, üzülüyorsunuz, elinizden gelen tek şey bu oluyor çünkü.
Müzenin mağazasına girip “Urok Historii: Anne Frank” adlı küçük bir Rusça kitapçık satın almayı da ihmal etmedim tabi, 5-6€ da ona verdim ama hatıra işte, kim bilir bir daha ne zaman yolumuz düşer Amsterdam’a.

Ayrica yaziyi bloga koymadan once Anja’dan “Almanya'da Anne Frank” adli bir brifing aldim. Almanya'da hemen hemen her ögrenci okul hayati boyunca en az bir kez Anne Frank'in günlügünü okuyor ve onun hakkinda düsündürülüyor. “Muasir medeniyet” tabi, fark burada.

P.S. Bugün Almanya'nin gecmise ve uyguladigi soykirima bakisinin-en azindan-yankilarini iletmeye calisan birkac kisa yazi yazacagim, fakat önce birkac gün Venedik!

10 Şubat 2009 Salı

Serdarhan Aksoy’a Açık Mektup

Sevgili dostum, çağdaş Türkiye Edebiyatının çiçeği burnunda şair-çevirmen-yazar-akademisyenlerinden biri. Krakow maceramıza birlikte başladık, fakat sen biraz erken terk edip gittin bu şahane diyarı.
Bugün sensizliğimin üçüncü günü, istersen cuma gecesi saat bir sularında seni yolculadığımız andan başlayayım. Bilirim çok pimpiriklisindir, 31 zlotiye (yak. 16ytl) aldığın Varşova treni öncesinde o kadar heyecanlandın ki senin yüzünden trenin kalkış saatinden doksan dakika evvel çoktan Krakow Glowny’da almıştık soluğu. Beş aydır bize bu yad ellerde yarenlik eden, Polonya Konsolosluğunun kapılarında süründüğümüz seferberlik günlerimizde tanışıp, tanıştığımıza bin pişman olduğumuz Mehmet arkadaşımızın gözlerinden fışkıran küfürleri göremeyecek kadar heyecanlıydın. Sana yaptığımız “Haydi son bir kez Mcdonald’s!” önerisini şaşırtıcı bir şekilde geri çevirdin. Hayır, olmaz! Susturma beni! Bırak saçılsın bütün kirli çamaşırlarımız! Susma sen de haykır Leh yemeklerinin, bilhassa Bigos dedikleri o mide bulandırıcı şeyin kaç gece rüyalarımıza girdiğini! (Polonya-Türkiye savaşı çıkmaz umarım!) Ve haykır yine daha geldiğimiz ilk günlerde yeni evli çiftler gibi heyecanla aldığımız tencere ve tavaları eskitemediğimizi tembellikten! Kusura bakma ama sen kendi blog okuyucularını “sanat, sanat içindir” düsturuyla uyuturken, ben toplumsal gerçekçilikten uzaklaşmış olsam da hala toplumsal gerçekçi (politikayla biraz ilgilenen, ana muhalefet partisini bilen biri için bu denklemi anlamak zaman almayacaktır) bir yazar olduğumdan kandıramam kendi okuyucularımı. Evet itiraf ediyorum, haftanın en az üç günü, hatta bazen dört günü gidip Amerikan sermayesine ekledik durduk zlotilerimizi. Böyle politika, sermaye, emperyalizm dediğime bakmayın bunlarla ilgili falan biri değilimdir karnım aç olduğu anlarda! E bir de o indirim kuponlarıyla kocaman bir menüyü sadece 10 zlotiye alabilme şansını kim olsa kullanırdı! Ayrıca bundan daha ucuza yiyebileceğimiz karın doyurucu bir şey vardı da Krakow’da biz mi yemedik? Ya da senin deyiminle, “Tükkiye’de pietrol vaadı da biz mi iştik?”
Odada yalnızım üç gündür, ardında bıraktığın korsan kitaplara göz atıyorum arada. Ayrıca Mehmeti bizim çöpleri karıştırırken buldum, senin sinirlenip çöpe tıktığın Benim Adım Kırmızı’yı bulup çıkardı, aldı, götürdü. Orijinaline 25-30 milyon veremem diyor, çöp kokulu falan idare edecek artık. Ayrıca korsan kitapların sana ait olmadığını belirtmek suretiyle bir gece ansızın Balıkesir polisleri tarafından bir başka Ergenekon dalgası ayağına kimvurduya gitmeni de engellemek istiyorum.
Bugün Carrefour’dan alışveriş yaptım, en son sana abi alışveriş yapalım dediğimde “Ahparig zaten 12 günüm kaldı ne alışverişi ya!” demiştin, gördüğün gibi gitmeye 3 gün kala bile alışveriş yapmak mümkün! Beş aydır off çeke çeke yanından geçtiğimiz kuruyemiş reyonuna girdim yine. İstanbul’dan ayrılmadan birkaç dakika önce Şahin dayımın elime tutuşturduğu çıkını Krakow’daki ilk günlerimizde hunharca “parçalamanın” acısını çektik beş ay boyunca. Elim kajulara gitti, bilirsin ne kadar sevdiğimi, ama çok pahalı be ahparig, olmadı vallahi alamadım, almadım.
Artık aldığım kornfleyksleri, çikolataları (Anja’nın deyişiyle “çoklıt”ları), kaşarları güven içinde kendim tüketiyorum. Bir sabah uyandığımda, “Abi gece susadım, su yoktu oturdum sütü içtim, süt bitti kaşara geçtim” tarzı pisboğaz bir cümleyle karşılaşma tehlikesi yok artık. Ama yatağın da boş, oturup saatlerce telefonunda “Yılan” oynadığın geceleri, “Rekor kırdım abi, rekor!” çığlıklarını unutmayacağım.
Bu arada gece demişken, merak ediyorsundur diye söylüyorum, bizim yandaki Beyaz Rusyalı komşular aynı tempoda devam ediyorlar. Her neyse şimdi bel altı mevzuulara girip Polonya hükümetinden sansür yemeyelim.
Madem konu biraz saptı gel bir hasbihal oturalım senle buradaki öğrenim hayatımız üzerine (hasbihal demişken Fetullah Gülen Hocaefendinin de aynı adlı bir şiiri varmış, hatmetmeni öneririm, olur ya birgün bi cemaat evine düşersin falan, yüksek sesle okumaya başladın mı bişeycik olmaz).
Ne aldık buradan? Ne kaldı elimizde kopyala-yapıştır sil baştan oluştur İngilizce makalelerimizden başka? Ne kazandık aslında Türkiye’de ne üniversitenin üniversite, ne fakültenin fakülte, ne dersliğin derslik, ne de çaldığımızın düdük olduğunu fark etmekten başka? İyi niyetli hocalarımız olmasa ne almış olacaktık okuldan bugüne dek? Ama yıkma kendini kardeşim hemen, bu da bir kazanım bizim için. Muasır medeniyetler seviyesine erişmek için çabaladığımız yolda son zamanlarda attığımız en büyük adım ülkemizdeki başbakanın Davos çıkışıysa, ikinci önemli adım da bizim bu kazanımımız olacaktır inan! “Yıkılma Sakın…”, diye girerdim ama İsmet Özel’in daha birkaç ay evvel 32. gün programında çemkirerek “Ben üstünüm;çünkü Türküm!” diyen yüzünü hatırlamak istemiyorum. Ha bu arada şiiri İsmet Özel’e ithafen kaleme alan hocamız da okulumuzdan istifa ederek Özel bir Üniversite’ye Prof. kadrosundan yatay geçiş yapmış.
Nerden başladık, nerelere geldik yine. Unutmadan söyleyeyim bu Yehova’nın Şahitleri’ni küçümsedik falan ama baya harbi insanlar çıktılar bunlar. Senin de bana blogunda yazdığın “Bir Mektup” adlı yazında değindiğin gibi Mehmet’in dilendiği Eski Ahit’i hemen ertesi gün yollamışlar buna, ayrıca çocuğu sabah saat sekizde hususi otolarıyla gelip aldılar, havaalanına kadar da sağasağlam bıraktılar. Acaba bir iki toplantılarına katılsam bana da bir iyilik ederler mi diyorum? Kaşma çatlarını ahparig döneklik bizim topraklara işlemiş, tamam devrim planlarının bir parçası olan “bir buçuk milyon silahlı insan”dan biri olmaya da hazırım ama yüküm ağır olum!
Şu an saat 02:19’u gösteriyor ve benim sensiz bu odada rahat bir uykuya daha dalmama en az iki buçuk saat var. Hiç sorma kardeşim buradaki Rusça hocalarından yediğim şamarın bana kaç saat uykusuzluk olarak geri döndüğünü. Az evvel korkuyla koridora çıkıp karanlık, soğuk ve pis kokulu banyoya doğru ilerledim. Kapısındaki kağıt hala duruyor abi, “Look where you shitting!” Adam gibi sıçmayı bile bilmeyen insanlar var şu dünyada, sonra sakin ol diyorsun.
Koridor’da Ciprian ve tayfasıyla karşılaştım. Hippi sürekli mutfakta elindeki çaydanlıkla su ısıtıyor. Sana sorduğum saçma soruyu ve verdiğin içi dolu cevabı hatırlıyorum kardeşim: “Hippi adamın kettle’la işi olur mu!”
Patrik seni soruyor, geçen gün baktım yine “Vuruştuk!” diye diye yanıma geldi. Ne yapsın ahparig bu zavallı Türkoloji öğrencisi, hocası “dövüştük” değil de “vuruştuk” fiilini yazdıysa beynine. Ne veriyorlarsa onu alıyoruz, ve “hep bakıyoruz hep bakıyoruz birbirimize!”
Sen gittin gideli parti olmadı “Zaczek Club”ta. Hani şu hemen altımızdaki klüpten bahsediyorum abi, unuttun mu? Hani sabah dörtlere kadar son ses partiler düzenleyip bizim uykusuz kalmamıza, kendi annelerininse gece gece kulaklarının çınlamasına sebep olan insanların işlettiği.
Herneyse, mektubuma burada son verip bizden gayrı şeylerle ilgilenen insanların zamanından çalmayalım.
Aşağıdaki dörtlük içimden geldi öylesine, beğenmediysen de beğenmiş gibi yap, bazen “gibi yapmak” işe yarıyor.

Ne kaldı sana Krakow’dan ne kaldı
Kederini içinde kaybettiğin birkaç Zywiec şişesi
Belki birkaç güzel kızın e-posta adresi
Ve yok yere harcadığın bir ambulans imgelemi

27 Ocak 2009 Salı

Amsterdam’da İki Ateşli Gece

Hayatımda ilk kez tek başıma bir seyahate çıktım. Çıktığım gibi, tek başıma tamamlayamamış oluşum bir başarısızlık olarak görülmesin tabi. Seyahat planlamada çok usta olduğum söylenemez. Berlin’e vardığımda hâlâ Amsterdam’da nerede kalacağım belli değildi. Berlin’de kaldığım hostelden o kadar memnumdum ki şimdi onu anarken “hostel” değil “otel” demek geliyor içimden. O kadar lükstü yani. Bir akşam oturup daha önce de hostel bulmak için yararlandığım siteden Amsterdam’daki hostellere bakmaya başladım. Başlamaz olaydım…
Zaman kısıtlı, dışarda Berlin beni bekliyorken ben nasıl saatlerimi bilgisayarın başında Amsterdam’daki hostellerle geçireyim? Elimi çabuk tutmak istedim ve hostellerin şehir merkezine yakınlıklarına ve tabi ki gecelik fiyatlarına göre bir eleme yaptım. Karşımda duran en iyi sonuç “City Shelter” adlı hosteldi. Hostelleri aradığınız site üzerinden rezervasyona yaptırmak isterseniz 4-5€ gibi bir hizmet ücreti ödemek zorundasınız tabi ki. Ben bunu ödememek için daha önce de izlediğim yolu izledim ve hostelin kendi sitesine girerek oradan rezervasyon yaptırdım. Sitede gözüme çarpan ikinci dikkat çekici nokta ise “City Shelter” isminin altındaki “Christian Hostels” ifadesiydi. Çat pat İngilizce biliyorum merak etmeyin; fakat dedim ya, zaman kısıtlıydı diye!
Amsterdam’a Berlin’den 11 saatlik uzun bir tren yolculuğu sonucu vardım. Böylece Amsterdam yolculuğum Krakow-Berlin hattının rekorunu kıramamış oldu ve hayatımda yaptığım en uzun tren yolculuğu 12 saat olarak kaldı! Şehre varır varmaz hostelimin yolunu tuttum, Amsterdam’da “tourist information”ların pek iyi olduğu söylenemez, zira ücretsiz harita anlayışı pek gelişmemiş! Bir hediyelik eşya mağazasından Can Yücel’in de dediği gibi “canımız yanmış gibi değil, canımız yana yana” 3€ ödeyerek aldığım Amsterdam şehir merkezi haritasıyla hostelimi buldum. Resepsiyondaki kızın güleryüzüne aldanmamak elde değil tabi. Geceliği 16.5€’dan 33€’yu avucuna bırakıverdim yavaşça.
Kalacağım oda 12 kişilik. İkinci katta sağda diyor, sabahları kahvaltı alabileceğim kafenin yerini de eliyle işaret ettikten sonra soruyor “Hangi dilleri konuşuyorsunuz?”, daha önce de kaldığım hostellerde olacağı gibi küçük kent broşürleriyle karşılaşma umuduyla “Türkçe diyorum; muhtemelen sizde bu dilde bir şey yoktur o yüzden İngilizce veya Rusça da olur.” Yanındaki raftan çektiği küçük kitapçığı uzatıyor yavaşça, “A time for peace” yazıyor üstünde, ters giden bir şeyler var fakat anlayamıyorum! Çantamı sırtladıktan sonra beni ikinci kata götürecek olan basamakları tırmanmaya başlıyorum. Duvarda kocaman bir yazı kırmızı büyük harflerle yazılmış. Harfler tahta, duvara küçük çivilerle çakılmış olmalılar: “Jesus Loves You”.
Amsterdam’daydım, bir misyoner hostelinde. Vardığımın ertesi günü noeldi ve ben bir misyoner hostelinde Somali, Nijerya, Afganistan, Pakistan vs. gibi ülkelerden kaçak yollarla Hollanda’ya gelen ve burada hayata tutunmaya çalışan insanlarla aynı odayı paylaşacaktım. En azından ilk gün hemen bitişiğimizdeki 20 yataklı odada kalan bu insanlarla aynı yerde uyumak zorunda kalmadım. Yanlış anlaşılmasın, onları küçük gördüğümden falan değil, yalnızca yalnızlığımdan kaynaklanan bir korku. Yüzleri o kadar farklıydı ki bu evsiz ve işsiz insanların, elleri, bakışları, kahvaltı ederken çatalı tutuşları ve içi domuz salamı dolu bir sandviçi ısırırken nefes alışları. Hayatımın en korku dolu günlerini o misyoner hostelinde geçirdim. İlk gece yanımdaki ranzada kalan çocuk yan odaya taşınacağını hostel idaresiyle anlaştığını ve sadece günde birkaç saat temizlik yaparak ve akşam alt kattaki kafede yapılan İncil toplantılarına katılarak hostelde ücretsiz konaklayıp, sabah ve akşamları ücretsiz yemek yiyebileceğini söylediğinde anlayabilmiştim ancak nasıl bir yere düştüğümü.
Hosteldeki ikinci günümde aslında Nijeryalı olan fakat İtalya Modena’da yaşayan bir çocukla tanıştım. Kendisi Nijerya’nın resmi dilinin İngilizce olmasıyla övünüyor, anadilinin İngilizce olduğunu söylerken göğsünü kabartıyordu. Sömürge kelimesinin lügatında olup olmadığını sorgulamaya gerek yok şimdi. Altı yıldır İtalya’da yaşadığını, İtalyanların zencilere karşı aşırı önyargılı olmalarından çok sıkıldığını ve kız arkadaşının yanına Hollanda’ya yerleşmek istediğini anlattı uzun uzun. Hemen yanımdaki ranzada yatan kırk yaşlarındaki Somali’li adamla girdiği uzun “Hollanda Vatandaşlığı” sohbeti sayesinde Hollanda vatandaşı olmanın pek de kolay olmadığını öğrenmiş oldum. Somalili adam altı yıldır Hollanda’da olduğunu buraya gelmeden önce işlerin burada bu kadar zor ve ağır yürüdüğünü bilmediğini söyledi. Altı yıldır evine dönemeyen bu adamın çocuğundan ve artık kendisini çoktan terk edip başka biriyle yaşamaya başlamış olan karısından söz ederken biri görme özürlü olan gözlerini kaplayan hüzün, misyonerlerin sadece noel için kendisini içeri aldıklarını; daha sonra tekrar sokaklara dönmek zorunda kalacağını söylerkenki gülümseyişiyle iç sızlatan bir tezat oluşturuyordu. Bir defasında yakalanıp Rotterdam’da bir hapishaneye konulan bu adam hapishanede daha mutlu olduğunu, en azından her gün devletin ödediği 7€’yu biriktirdiğini ve dışarı salıverildiğinde istediği gibi yaşama şansına sahip olduğunu içtenlikle anlatması beni derinden etkilediyse de gece boyunca yirmi dakikada bir uykumu bölecek olan korkumu bastırmaya ve beni iki gece boyunca “yandım, yandım, yandım ah ki ne yandım” şeklinde inletecek olan ateşi dindirmeye yetmedi.
Keşke dünyada din olmasaydı.
P.S. Başlığa aldanıp okudunuz tabi değil mi yazıyı? Küçükken yayam da bana acı şurupları içirebilmek için önceden şeker-çikolata falan verirdi, bunu da çikolata niyetine yemiş oldunuz artık, afiyet olsun.



23 Ocak 2009 Cuma

Tesadüfün eseri bir yazı veya “Krakow’da Ermeniler” başlığı altına yazmayı düşündüklerime giriş

Yirmi dört kişilik düzenli ve şirin bir kütüphanede yazıyorum bu yazıyı. Salı ve perşembe günleri lehçe kursumuzun olduğu binanın en üst katında. Sabah rusça fonetik dersime gittim fakat hocamızın çarşamba günkü dersin sonunda hasta olduğunu ve cuma günkü dersi iptal ettiğini öğrendim. Çarşamba günkü dersi uyuya kalıp kaçırmıştım. Kütüphaneye geldiğimde saat onu biraz geçiyordu, yol üzerinde yanından geçtiğim Dominik Kilisesi’ne girdim. Krakow’da her sokak başında bir kilise var belki, her birini uzun uzun gezmeye kalksam beç aylık Erasmus yaşantımın yarısını bu kiliselerde geçirmek zorunda kalırdım. Dominik Kilise’si Krakow’daki en büyük kiliselerden biri, kendisine sadece iki yüz metre uzaklıkta Krakow’un en ünlü kilisesi olan Meryem Ana Kilise’sinden tek eksiği kulelerinin olmaması.
Kütüphanelerde zaman geçirmeyi seviyorum, kaldı ki burası bir kütüphaneden çok kitaplarla dolu bir çalışma odasını andırıyor. Social Life under Communism, History of Polish Culture ve seçmiş olmaktan pişmanlık duyduğum tek ders olan Yiddishkeit- The culture of Ashkenazi Jews adlı derslerimi geçebilmek için önümüzdeki on gün içinde her birine birer makale hazırlamam gerekiyor. En acil olanı komünizm makalesi, bugün ayın yirmi üçü, makalenin son teslim tarihi ise on ocaktı.
Polonya yakın tarihinin en önemli şahsiyeti olan Leh Walesa öncülüğünde başlayan ve Komünizmin çöküşünde büyük rol oynayan Dayanışma Hareketi/Sendikası (Solidarity, Solidarnosc) hakkında yazmayı düşündüğüm makalemin şuan yarısındayım. Uslu uslu çalışıyorken kısa bir ara vermek üzere ayağa kalktım ve sözlüklerin olduğu rafa yöneldim. Gözüme çarpan “dünyanın bütün dilleri-Lehçe” sözlüklerinin etkisiyle iki üç dakika boyunca Türkçe-Lehçe bir sözlük aradım. Orta raflarda gözüme hiç de yabancı olmadığım renklerin süslediği bir kapak sırtı çarptı, üç yatay şerit: Kırmızı-Mavi-Turuncu. Hangi ülkenin, hangi milletin olursa olsun, bayraklara alerjim vardır. Fakat bu kez kafamı çevirmek aklıma bile gelmedi ve elimi hızlıca uzatıp iki cm genişliğindeki ciltli kitabı tutup raftan çıkardım. “Maly Slownik Ormiansko-Polski/Polski-Ormianski”. Yani “Pokr Pararan Hay-Leheren/Leh-Hayeren”. Anlayamayanlar için bir kez daha: “Küçük Sözlük Ermenice-Lehçe/Lehçe Ermenice”. Andrzej Pisowicz adlı bir Armenolog ve İranolog tarafından Şuşanik Sedoyan ve Norayr ter-Grigoryan eşliğinde hazırlanmış olan, ve aslında Türkiye standartlarına göre boyut olarak küçük değil, orta boy olan bu sözlük Lizbon’daki Kalust Gülbenkyan Fonu, öğrencisi olduğum Jagiellon Üniversitesi Filoloji Fakültesi ve “Leh Halkı” Derneği’nin (Stowarzyszenia “Wspolnota Polska” ) yardımlarıyla Ksiegarnia Akademicka tarafından 2006 yılının ocak ayında Krakow’da basılmış.
Arka kapağından öğrendiğim kadarıyla Ermenice-Lehçe kısmında 5000, Lehçe-Ermenice kısmında ise 9000 kelime mevcutmuş. On-on beş sayfalık dil bilgisi girişleriyle başlayan kısımlar alışık olduğumuz sözlük formatında, bir sayfada iki sütun olmak değil, satır satır dizilmişler. Kitabı basan yayınevinin kitabevi Leh Kültürü tarihi adlı dersi gördüğümüz binanın köşesinde, şimdi buradaki sözlüğü daha fazla yıpratmadan gidip bir tane edineceğim. Ayrıca Andrzej Pisowicz tarafından hazırlanmış bir de “Ermeni Dili Grameri” adlı bir kitap daha varmış, bulabilirsem ne âla.


P.S "Jestem Ormianinem" (Yestem Ormianinem), Lehçede "Ben Ermeniyim" demek. Lehçe kursa başladığımız ilk günlerde hocamın doğru kelimeyi bulabilmek için birkaç saniye düşükdükten sonra bana öğretebildiği Polonya sınırları içerisinde herhangi bir tehlike arz etmeyen cümle. Biraz ekşisözlük cümleleri gibi oldu bu da ama silmeyeceğim.

10 Ocak 2009 Cumartesi

Krakow’da kitapsız geçen dört ay ve Ա’ın kuyruğunda beliren “anadil” sorunu üzerine


Başlığın uzunluğunu görüp korkmayın, bloga koyduğum diğer yazıların aksine (ve blog okuyucularının da talebi üzerine) kısa bir yazı olacak. Ayrıca başlığın uzunluğundan da William Saroyan taklitçiliği yaptığım da sanılmasın. Ayrıca başlıkta gördüğünüz garip şey otuz sekiz harflik Ermenice alfabenin ilk harfi. “Ա, ա” yani bildiğiniz “A, a”. “Ayp” diye telaffuz edilir, ismimde ilk büyük olmak üzere üç tane var: “Արարատ”. Bu örnek sayesinde Ermenice “r”lerden birini de tanıyabilirsiniz fakat “t” için acele etmeyin çünkü ismim Ermenice’de “d” ile yazılıyor.
Krakow’a geldim geleli kitap okuduğum falan yok. Önce Rober’in hediye ettiği Milan Kundera’nın Yavaşlık’ı, daha sonra blog yazılarında adımı sık sık geçirerek kendi çapımda (kötü de olsa) ciddi bir ün, şan, şöhret kazanmamda büyük pay sahibi olan oda-sınıf-yol/daşım Serdarhan Aksoy’un (Serdarhan yazılır “Serdaran” okunur) son yazısında bahsettiği Krakow’un ünlü sahafı Massolit’ten sadece 8 zloti’ye (5 tl.) satın aldığım Vera Alexandrova imzasını taşıyan 1964 basımı A History of Soviet Literature 1917-64 From Gorky to Solzhenitsyn adlı kitap ve daha sonra Nabokov’un Lolita’sı üç basamaklı rakamlar taşıyan sayfalarının bakir kalması gibi aynı acı kaderi paylaştılar hep. Zoya Pirzad’ın Işıkları Ben Söndürürüm’ünün sonunun da aynı olmaması için elimden geleni yapıyorum.
Her neyse, bugün yine Pirzad’ın kitabını raftan çekip almak üzere elimi uzattım ki hemen yanında duran “Huşer Arants Puşeru” adlı kitabı fark ettim. Dört aydır adam gibi bir şey okumadığımı yine uzun ve gereksiz cümlelerle ifade ettikten sonra zaten Ermenice bir şeyler de okumadığımı söylemeye hiç gerek yok. On dokuz yaşımda, bir cuma günü, akşam üstü konuşabildiğimin farkına vardığım, yirmimde sevmeye başladığım bu dili özlediğimi hissederek çekip aldım kitabı raftan. “Dikensiz Anılar” adından da anlaşılabileceği gibi bir anı kitabı. Hayatını eğitime adamış, senelerce İstanbul’daki Ermeni okullarında öğretmenlik yapmış, şimdilerde seksen yedinci yaşını Fransa’da süren Vahan Acemyan’ın anıları. Öğrenciliğini ve öğrencilerini, yaşadıklarını, gördüklerini, gezdiği yerleri yazmış Acemyan. Kitabın arkasındaki “İçindekiler” sayfalarından ilgimi çekebilecek bir kısım ararken üç ülke adı ilişiyor gözüme. Almanya, Belçika, Hollanda.
On altı günlük noel tatilimin on üçünü Almanya’da, üçünü ise Hollanda’da geçirdim. Merakla okumaya başlıyorum Acemyan’ın bu Benelux ülkeleri ve Almanya hakkında ne yazdığını. Önce Münich’te geçirdiği günlerden, Stuttgart yakınlarında bir köyde; Waiblingen’de sandviç almaya çalışırken satıcıdan işittikleri küfürleri ve karşılık vererek satıcıyı nasıl sindirdiklerini anlatmış Acemyan. Daha sonra da Almanya hakkındaki izlenimini özletlemiş: “Almanya taze tıraş edilmiş ve düzgünce taranmış saçlarıyla uslu bir öğrenci izlenimi bırakmıştı üzerimde.” (Çeviride hata olabilir, bu hoş görülmelidir!)
Ayrıca Hollanda ve Belçika’da geçirdiği iki kısa günün bu ülkeleri tanımak için yeterli olmadığını farkında olduğunu ekleyerek Belçika’dayken Gent’e giderek Taniel Varujan’ın, öğrenim gördüğü üniversitedeki büstünü de ziyaret etmenin bir “ahde vefa etmek”le eşit değer taşımış olacağını da ekiyor pişman harflerle.
Ne kadar acı Ermenice bilmeyenler için benim okuma şansına sahip olduğum bu güzel şeyleri okuyamamak, ve acaba kaç kat daha daha da acı Ermenice bilip de bunları okumamak.
Bundan iki veya iki buçuk sene evveldi. “Anadil”in ne olduğunu ve bir insanın kendi anadilini bilmesinin ne kadar önemli olduğunu açıklayan uzun bir makale okumuştum. Aslında anadilin insanın hangi milletten olduğuna bağlı olmadığını, anadili belirleyen temel unsurun kişinin doğup büyüdüğü ortamdaki egemen dilin olduğunu vs açıklıyordu. Aksini iddia eden düşünceler içeren yazılarla karşılaşana dek benim de düşüncelerim bu yöndeydi. Fakat şimdi, dört aydır Krakow’da tanıştığım insanlara Ermeni’yim fakat anadilim Türkçe demek hem bana tuhaf geliyor hem de onlar “ne saçmalıyor bu çocuk yahu” gibisinden bakıyorlar.
Aileleri, II. Dünya Savaşı öncesinde Leh toprağı olan ve savaş sonrasında Polonya’nın o bölgedeki bazı Alman kentlerini de içine alarak sınırlarını batıya kaydırması sonucu Belarus’a kalan topraklar üzerinde yaşayan birkaç Leh ile tanıştım Krakow’da. Leh olmalarına rağmen Belarusçayı çok daha iyi konuşuyorlar(mış). Tamam bu normal belki; fakat –eğer anadili milliyete göre belirliyorsak- anadilleri olması gereken Lehçeyi benim Ermeniceyi kullanabildiğimden belki beş kat daha iyi konuşmalarını neye bağlayacağız? Zaten ikisinin de Slav dili olmasına ve benzeşmelerine mi? Bana pek tatmin edici bir cevap gibi gelmedi.
Yazıyı bitirip buradaki derslerimi geçmek için yazmam gereken essay/makalelere dönsem iyi olacak. Anadil sorunu üzerine aklıma gelenleri paylaşmaya devam ederim belki.
P.S Artık Krakow'daki son günler, Leman Sam'ın da dediği gibi "yine yollar yolculuklar yine terk-i diyar" etmeye hazırlanan Türkiye gençliği arasında zaman geçirmek için oynanan ihale adlı popüler bir iskambil oyunu varmış, Dostoyevski veya Sardarhan Aksoy gibi sıkı bir kumarbaz olası geliyor insanın böyle zamanlarda ama, hiç de anlamam iskambilden falan...

6 Ocak 2009 Salı

Berlin

Berlin’e sabah 08:05’te vardım. Saat 19:45’te Krakow’dan hareket eden trenin yataklı vagonundaki 12 saatlik yorucu yolculuktan sonra bir de Berlin’i gezmek gözümde büyüyordu. Leh demiryollarının Avrupa’da pek hoş bir üne sahip olmadığını söylemek lazım. Fransız-Alman-İspanyol arkadaşlarımın sürekli olarak trenlerin eskiliği ve yavaşlığından söz ettiklerini söylemeliyim. Ucuzluğunu da göz ardı etmemek lazım tabi. 160€’ya satın aldığım interrail biletim sayesinde aslında 60€ olan Krakow-Berlin yataklı vagonuna sadece 12€ ödedim. Kompartıman altı yataklıydı. İkisi gece boyunca boş kaldı. Krakow’dan hareket ettiğimizde kompartımanda sadece ben ve üstümdeki yatakta yatan Japon çocuk vardı. Yaklaşık iki saat sonra tren Katowice’de durduğunda altımdaki ve onun karşısındaki yatağa bir Leh çift geldi. Arasıra trenin fren sesiyle uyandığımda birbilerine “kochanie, kochanie” diye seslendiklerini duyuyordum. “kocham cie”, “seni seviyorum” demek olduğuna göre “kochanie” de “sevgilim, aşkım” gibi bir şey olsa gerek. Varşova’da, Wisla nehri üzerindeki garip köprüye yakın bir yerlede, 40 yaşlarında bir kadının iki küçük çoğunun ardından “kochani, kochani” diyerek koştuğunu hatırlıyorum.
Tren yolculuğuma Zoya Pirzad’ın Işıkları Ben Söndürdüm’ünü okuyarak başladım. Sekiz aralıkta Şengen Vizesi başvurusunda bulunmak için Krakow’dan sabahın altısında bindiğim Varşova treninde okumaya başlamıştım bu kitabı. Herhalde pazartesi gecesi bineceğim Amsterdam treninde devam edip daha sonra da Köln’den bineceğim Prag treninde bitiririm.
Bugün gidip en yakın bilet gişesinden Amsterdam trenine rezervasyonumu yaptırdım. Krakow-Berlin trenine ödediğim 12€’luk yatak parası Amsterdam treninde birden bire 40€’ya fırladı. Berlinde kaldığım bu otel gibi hostele 10€ ödediğimi düşünüp 20€ ödedim ve yataksız vagona rezervasyon yaptırdım. Dokuz saatlik yolculuk biraz sancılı bir hâl alacak belki ama 20€’nun gözümde ne kadar büyüdüğü anlatamam.
Çantamı hostele bıraktıktan sonra resepsiyonda bulduğum free guide’lardan birinde Brandenburg’da başlayan bir free tour olduğunu gördüm. Aynı trenle Berline gelen ve saat üçe kadar Aachen’a gidecek olan trenini bekleyen Emre’yi arayıp Alexanderplatz dedikleri şehir merkezindeki Televizyon Kulesi’nin altında onunla buluştum.
Berlin metrosun tam bir arapsaçı. İstanbul “metro”suna alışık biri Berlin metrosunda yolunu bulmaya çalışırken birkaç saniyede bir durup derin derin nefes almazsa aklını kaçırabilir. Buluşma noktasına gidecek olan metroyu ararken turları düzenleyen rehberlerden biri elimizdeki haritadan nereye gitmek istediğimizi anladı ve kendisini takip etmemizin yeterli olacağını söyledi. Buluşma noktasında 150’ye yakın insan vardı. İngilizce-Fransızca-İspanyolca bilen altı kişilik takımı topluluğu 24-25’er kişilik gruplara ayırdılar. Rehberimiz zorlama esprilerle kendini komik göstermeye çalışan, ama işini de iyi yapan Amerikalı 25-26 yaşlarında bir çocuktu. Tura başlamadan önce “bu harika ingilizce aksanının” nereden geldiğini anlatan küçük bir girizgâh yapmayı ihmal etmedi. Mississipi’li olduğunu Berlin’i çok sevdiği için burada yaşamak istediğini ve buraya yerleştiğini söyledi. Turu Emre’nin Aachen’e gitmesi gerektiği için yarısına kadar takip edebildik. Doğrusunu söylemek gerekirse iki saat boyunca rehberin ne anlattığını anlamaya çalışmak çok yorucuydu. Amerikalılar bazen çok bencil olabiliyorlar, gruptaki 24-25 kişinin yarısından fazlasının anlattıklarının çoğunu anlamadıklarına eminim. Hatta orta yaşlı birkaç kişi 45-50 dakika sonra rehberin anlattıklarıyla ilgilenmeyi bırakmış, sadece gezilen yerleri izlemeye başlamışlardı. Bütün bunlara rağmen artist rehberimiz “wall”a “woo”, “door”a “doo” demeyi sürdürdü arsızca. Ben mecbur muyum senin Amerikancanı anlamaya? Hatta Amerikalıların bu duruma uygun düşecek çok da güzel bir lafları vardır ama neyse.
Buluşma noktamız Almanların Brandenburger Tor dedikleri Brandenburg Kapısı’nın önündeki Paris Meydanıydı. Berlin’in bu en önemli meydanlarından birinin adının Pariser Platz (Paris Meydanı) olmasının sebebi meydanın sol köşesindeki Fransız Konsolosluğu olsa gerek. Fransızların hemen çaprazında ise Amerikalılar sanki ne katakulli yapar da şu meydanın adını New Yorker Platz yaparız dercesine konuşlanmış vaziyetteler. Hemen eklemek gerekir ki bu konsoloslukların İstanbul’dakilerle hiçbir benzerlikleri yok. Ne Varşova’dakiler ne de Berlin’dekiler öyle kale gibi falan filan değil. Meydanın diğer köşesinde “Hotel Adlon” var. Rehberimizin uyarısıyla birkaç yıl önce televizyonda gördüğüm bir görüntüyü hatırladım. Michael Jackson’un elinde tuttuğu küçücük bir çocuğu balkondan aşağı sarkıtıyor. Bu olayın gerçekleştiği balkonu gördüğümde sanki o anı yaşıyormuş gibi hissettim. Bu otel Berlin’deki en ünlü otelmiş ve yanılmıyorsam sıradan bir odasında konaklamak için geceliğine 2000€ ödemeniz gerekiyormuş (kahvaltı da hariçmiş). Yazıyı yazarken de bir gazetenin internet sayfasında gördüm, Jackson ölüm döşeğindeymiş.
Bir sonraki durağımız Berlin’in ünlü Yahudi Anıtı oldu. Bu anıt şehrin merkezine birkaç yüz metre uzaklıktaki boş bir alana oturtulmuş. Kocaman bir meydan, başta gördüğünüzde yan yana dizilmiş tabutlarmış gibi geliyor insana. Uzun-kısa, büyük-küçük. Mantıklı da hani, milyonlarca Yahudi öldürülüyor Nazilerin toplama kamplarında. Fakat rehberimizin anlattığına göre anıtın yaratıcısı kendisine bu taş mermerlerin ne anlama geldiği sorulduğunda, “gören ne anlıyorsa o” cevabını vermiş. Yani ister büyüklü küçüklü tabutlar olarak görün o mermerleri ister savaşa giden askerler…
Anıtın dikildiği meydanın bulunduğu yer önemli; öyle ki meydanın doğu yanında, sadece 300 metre uzaklıkta Almanya’nın kalbinin attığı nokta olan parlamento binası var, batıya kafanızı çevirdiğinizde Berlin’in en önemli finans merkezlerini görüyorsunuz. Anıtı iş adamlarının ve milletvekillerinin, işlerine ve parlamentoya gidip gelirlerken hergün geçtikleri yolun kenarına dikip onları hergün bu anıtı görmek zorunda bırakmak kurnazca bir hareket olsa gerek (rehberimiz bu durumun komikliğinden bahsediyordu). Bu ünlü Yahudi Anıtı’nın 50 metre kuzey doğusunda ise zemini toprak olan (yağmur yağdığından o gün çamur olmuştu) bir otopark var. Rehberimiz bizi otoparkın yanında durdurduğunda 20 dakika boyunca orada kalıp bu otoparkın altında Hitler’in son günlerini geçirdiği sığınak hakkında konuşacağımızı tahmin edemezdim tabi. Bilindiği üzere, efsaneye göre Hitler intihar kararını da bu ünlü sığınakta almış ve kafasına kurşunu sıkmadan önce yanındaki askerlere kendisini sığınaktan dışarı çıkarıp yakmalarını emretmiş. Hitler akıllı bir adamdı tabi ki, cesedinin Moskova sokaklarında ibret-i alem olsun diye sürüklendirilmesini engellemiş oldu (efsane gerçeği buyuruyorsa eğer). Bir diğer yandan, rehberimiz henüz yeni ölmüş bir vücudu ateşe verip onu küle çevirmenin 64 saat sürdüğünün bilimsel olarak kanıtlanmış bir şey olduğunu, Sovyet orduları Berlin’e birkaç saat uzaklıktayken askerlerin Hitler’in emrettiği üzere cesedi gaz döküp kül olana dek yakamamış olabilecekleri ihtimalinden de söz etti. Ve tabii ki Hitler’in aslında hiç intihar etmemiş ve dünyanın başka bir köşesinde hayatını yıllar boyu sürdürmüş olabileceği ihtimalini de unutmamak lazım. Hitler ilginç bir kişilik, hakkında okuduğum makale bir kitaptan da söz etmek isterdim ama şimdi ne blog okuyucusunu sıkmaya ne de bu güzel şehri anlatacak olan satırlardan çalmaya lüzum yok.
Türk Mahallesi ve Kreuzberg
Berlin’in en güzel semtlerinden birinin Kreuzberg olduğunu işitmiştim. Yetmiş iki milletten insanın yaşadığı bu semtteki en önemli mahallelerden biri de Türk mahallesi. Emre’nin trenine iki saatimiz vardı ve kendisi bana Türk mahallesini görmek istediğini söyledi. Aslında planım burayı yarım saat içinde öylesine gezmek değil, daha fazla zaman ayırarak, sadece ana caddelerinde değil, biraz da ara sokaklarına sızarak buradaki Türklerin nasıl yaşadıklarını birkaç saatliğine de olsa gözlemlemekti. Türk mahallesine şehir merkezinden metroyla ulaşmanız 15-20 dakikanızı alıyor. Burada yaşayan Türklerin buraya “Küçük İstanbul” dediklerini okumuştum wikipedia’da. Metronun pek tekin bir yer olduğunu söyleyemeyeceğim. Öyle ki Türk mahallesinin meydanına çıkmak için indiğimiz Kottbuser Tor metro istasyonundaki tipleri (ellerindeki ucuz bira şişelerinin aslında tehlike anında yanlarındaki korkunç köpeklerin havlamaları eşliğinde kafanızda paramparça olduğunu hissedebileceğinizden Türkçedeki “tırsmak” fiiline bütün gücünüzle sarılıp “tabaları yağmalak” birleşik fiiline soyut bir köprü kurmanıza neden olabilecek tiplerden bahsediyorum ey okuyucu) kolay kolay unutamayacağım. Eklemek gerekir ki bu tipler Türk değildi; çünkü hiçbir Türk bu kadar korkunç olamaz.
Meydandaki Tadım Kebap Salonu’nda yediğimiz döner dürümün tadı Taksim’de herhangi bir dönercide yediğiniz dönerin tadıyla aynıydı. Hatta artık İstanbul’a olan özlemimden mi yoksa burada etin içine kattıklarını söyledikleri domuz etinden mi olsa gerek biraz daha lezzetliydi bile! Boynumdaki fotoğraf makinesinden anlamış olacak kasada duran 30 yaşlarındaki (konuştuğu Türkçe ağzı Doğu Anadolu kokuyordu sanki) genç adam Türkiye’den tatil için mi geldiğimizi, okuyup okumadığımızı falan sordu. Dürümün yanında Türkiye’den yeni gelmiş yoğurttan yapılmış olan açık ayrandan isteyip istemeyeceğimiz sorusuna aldığını hayır cevabıyla biraz hayal kırıklığına uğradığını görünce en azından kapalı ayran içip hatamızı telafi etme gereği duyduk. Salonun duvarlarına asılı İstanbul ve Türkiye posterlerine bakarken camekanın diğer yanında ellerindeki market poşetleriyle evlerine dönen türbanlı kadınların aslında bana çok tanıdık bir görüntü oluşturduklarını fark ettim. Öyle ki üç buçuk ay boyunca Polonya’da tek bir türbanlı kadın bile görmemiştim.
Marx-Engels Heykelleri
Marx ve Engels’in kim olduğunu anlatmaya gerek yok. Bilmeyen varsa zaten ekranın sağ üst köşesindeki “x”ya tıklasın usulca. Bu iki düşünürün Berlin’in göbeğinde birbirlerine 15 cm arayla yerleştirilmiş iki devasa heykellerinin olması güzel. Marx bütün ağırlığıyla oturuyorken neden Engels’in ayakta durmak zorunda olduğunu anlamak zor. Ayrıca bu iki büyük düşünürün hayatlarının sonuna dek orada dönüp duran dönmedolabı hemen yanıbaşında yükselen bir kilisenin çan kulesini ve Berlin’in simgelerinden olan çirkin Televizyon Kulesi’ni izlemek zorunda olmaları ise acı. Berlin dalga mı geçmiş, saygı mı göstermiş, iki kere düşünmek lazım. Fakat kesin olan bir şey varsa o da şudur: Almanlar bizim gibi alakalı alakasız her köşeye aynı heykeli dikecek kadar saftrik değiller.
Berlin Duvarı
Free Tour’daki duraklardan biri de meşhur Berlin Duvarı’ydı. Duvar yıkılalı yirmi sene olacak neredeyse, birkaç yer dışında pek bir şey kalmamış tabi. Sovyetlerin “bir gece ansızın” dikivererek Berlin’i Doğu ve Batı Berlin olarak ikiye böldüğü bu Utanç Duvarı artık Berlin’in en önemli pazarlama malzemesi haline gelmiş. Hediyelik eşya mağazalarının baş köşesine oturan “orijinal duvar parçaları” en dikkat çeken nesnelerden biri.
Bu duvar çok şey anlatır insanlara, yine insanlığa dair. Doğu Berlin’deki baskıcı Sovyet rejiminden kaçıp Batı’ya, “özgür dünya”ya ulaşmak isteyenlerin Duvar’ın üstündeki dikenli telleri canlarını acıtacak, etlerine batarak kanatacak dikenli teller olarak görmeyip özgürlük için, daha rahat bir yaşam için var güçleriyle tutunup Duvar’a tırmanırken kullanabilecekleri bir ip olarak düşünmelerini hayal edin bir. Avuçlarına batan dikenlere aldırış etmeden kendilerini Duvar’ın öte yanında atmaya çalışırlarken üzerlerine doğrultulmuş namlulardan fırlayan kurşunların vücutlarını dikenli tellerden aşağı cansız halde asılı bırakışını… Duvar’ın söyleyecek çok sözü olacak daha, anlayana yani.
Duvar’ın görünüşüne gelirsek, önceden internette bir yerlerde fotoğrafını görmeyen biri “Bu muydu yani!” diyebilir; çünkü genelde insanlar rehberimizin de dediği gibi Çin Seddi gibi bir şeyler karşılaşmayı bekliyorlar. Uzunluğu belki iki buçuk metre vardır, kalınlığı ise belki 7-8 cm olabilir. En azından benim gördüğüm kadarı böyleydi. Ayrıca Sovyetler dikenli telleri bir süre sonra söküp Duvar’ın tepesine içinden elektrik akımı geçen bi düzenek oturtmuşlar. Aslında düzenek falan değil bu yarı çember gibi bir şey ama doğru kelimeyi bulamadım, merak eden resme baksın.
Duvar’ın bazı parçalarını şehrin çeşitli yerlerinde üzerlerindeki sanat eseri grafitilerle görmek mümkün. Hatta kaldığım hostele yakın bir yerlerde sadece bu grafitili duvar parçalarının sergilendiği bir yer olduğunu görmüştüm haritada fakat fırsat bulup gidemedim. Zaten grafitilerden de pek hoşlandığım söylenemez.
Pergamonmuseum – Bergama Müzesi
Berlin’de birçok önemli müze var. Varşova ziyaretimden aslında bir gün içinde çok fazla müze gezmenin pek de sağlıklı bir şey olmadığını anladım. İnsanın sadece bakması yetmiyor, baktığını görmek bazen hayati bir rol bile üstlenebilir. Öyle ki Berlin’de ve daha sonra gideceğim şehirlerde çok fazla müze gezip hiçbir şey anlamamayı, daha az müze gezip en azından bir şeyler anlamaya tercih ettim.
Şehirdeki en önemli müzelerden biri Bergama Müzesi. İsim tanıdık mı geldi? Müzenin en önemli “parça”sı müzeye adını veren Bergama Krallığı’nın ünlü altar. Bu paha biçilmez tarihi eser sanırsam I. Dünya Savaşı yıllarında Anadolu’dan Almanya’ya getirilmiş. Herhalde Osmanlı’nın içerde yapacak çok daha önemli işleri vardı ki pek ilgilenemedi bu konuyla. Altar’ı görmek için kapıda 12.5€ gibi cüzi bir ücret ödemem gerekti, ki bu da Berlin’in diğer müzelerine “zaman” ayıramamamda büyük etken oldu. Almanya’da hoşuma giden en önemli şeylerden biriyle Bergama Müzesi’nde de karşılaştım. Türkçe’yle! Madalyonun öteki yüzü ne anlatır bilemem ama görünüşe göre Almanlar bazı şeyleri çok aşmış insanlar olarak ülkelerinde yaşayan azınlıklara, onların kültür ve dillerine saygı göstermeyi biliyorlar. Müzeye girerken elime telsiz gibi bir şey tutuşturdular, bir de kulaklık tabi. Müzeyi anlatan bir rehberin sesinin kayıtlı olduğu bu aleti veren Alman kız içinde mevcut olan dilleri ve tuşlamam gereken kodlarını söyledikten gülümseyerek bir de müzenin planınını uzattı bana. Üst kattaki İslam Sanatları Müzesi’ni ve Antik Yakındoğu Müzesi’ni de gezmeyi ihmal etmedim. Bu müzelerdeki eserler hakkında bilgi edinmek istiyorsanız İngilizce bilmeniz gerekiyor çünkü Türkçe açıklamaları yok. Zaten İngilizce bilmiyorsanız asla tam bir adam olabilme şansınız yok Avrupa’da. Halep Odası ve İşhar Kapısı Müzedeki diğer önemli eserler. Ayrıca Yunan’lardan kalma devasa antik sütunlar japon olduklarını düşündüğüm uzak doğulu turistler için etkileyiciydiler. Bense Almanların ruhaflığı karşısında şaşkındım. Bizim yolda görsek dönüp bakmayacağımız taş parçalarını özene bezene getirip müzelere koymuşlar.
Berlin’de Alman mutfağına özgü bir şeyler yeme şansım olmadı. Fakat her akşam Amerikan mutfağının tanıdık tadları beni yalnız bırakmamıştı. Şehirde güzel manzaralı bir Mcdonald’s var. 6€’ya aldığınız menünüzü yerken şehrin göbeğindeki çirkin Televizon Kulesi’ni izleme şansına sahipsiniz. Haftanın üç günü bu iğrenç hamburgeri yemekten sıkılmadım desem yalan olur, artık ısırırken kusacakmışım gibi hissediyorum çünkü!
Almanların nasıl insanlar oldukları konusunda aceleci davranıp yanlış şeyler söylemek istemiyorum! Berlin’e geldiğim ilk gün hostelimi bulmaya çalışırken metrodan çıkıp bana eşlik ederek benzin istasyonundaki çalışanlara ve taksi şöförüne yolu sorarak hosteli bulmama yardım etmeme yardım eden elli yaşlarındaki beyaz top sakallı, gözlüklü, hafif kilolu adam da Almandı; Bergama Müzesi’nde uzattığım fotoğraf makinesini eline almaya bile tenezzül etmeyen adam da. Almancanın kulağa pek de hoş gelmeyen bir melodisi olduğu açık fakat yine de buna sarılarak Almanları “kaba” olarak tanımlamak da pek doğru olmayabilir.
Zafer Anıtı ve Alman Parlamentosu
Zafer Anıtı (Victory Column) Parlamento’dan ve ünlü Brandenburg Kapısı’dan hemen hemen bir kilometre uzaklıkta. Eskiden Parlamento’nun önündeki geniş meydanda olduğunu okumuştum, bir gün Hitler’in kafası bozulmuş, götürün bunu uzak bir yerlere dikin demiş. Otuz beş ton az değil tabi, götüre götüre anca o kadar uzağa götürebilmişler. Berlin’i 70 metre yükseklikten görmenin en ucuz yollarından biri olsa gerek, tepesindeki küçük terasa çıkmak için sadece 1€ ödüyorsunuz. Çıktığınız 285 basamaktan sonra hayal kırıklığı. Berlin’in öyle aman aman görülesi bir manzarası yok; zaten bu yüzden 15€ verip ünlü televizyon kulesine çıkmadım. Heinrich Strack'ın eseri bu anıtı 1864’te Prusya’nın Danimarka’ya karşı elde ettiği zaferi ölümsüzleştirmek için dikmişler, Victoria (Victory) Roma Mitolojisi’ndeki zafer tanrıçası, Yunan Mitolojisi’ndeki karşılığı tanrıça Nike imiş.
Berlin’de herhangi bir ücret ödemeden girebileceğiniz tek bina Alman Parlamentosu (Deutscher Bundestag) olmalı herhalde. Berlin’deki son saatlerimden birini Parlamento kapısının önündeki uzun kuyrukta geçirdim. Meclis, bayrak meraklısı falan olduğumu sanmayın, Alman Parlamentosu’nun önemli bir özelliği var. İki-üç derece sıcaklıkta kapıdaki uzun kuyrukta bekleyip içeri girebilme başarısını gösterirseniz bina girişinin iki yanına kurulmuş asansörlerle yapının tepesindeki terasa çıkarılıyorsunuz. Almanlar binanın terasına bir küre oturtmuşlar. Kenarlarındaki iki yoldan kürenin tepesine çıktığınızda Alman Parlamento’su ayaklarınızın altında demektir artık. Mantık şu: Aşağıda milletvekilleri ne ederiz, nasıl yaparız da Almanya’yı daha güzel günlere getirebiliriz diye tartışırlarken siz binanın tepesindeki bu kürenin içinden onları izliyorsunuz. Şeffaflık var, huzur var. Nasıl ama, güzel değil mi?
Gedaechtniskirche
Anlamı “hatırlatma kilisesi”. Batı Berlin’de bulunan bu kilisenin adı savaştan sonra değiştirilmemiş, yani orijinal ismi. Kaiser Wilhelm Gedächtniskirche olarak da bilinen kilise II. Dünya Savaşı sırasında ciddi hasar almış. Savaş sonrası sadece ayakta kalabileceği kadar tadilat gördükten sonra yıkık haliyle bırakılmış. Hatırlatma Kilisesi Almanya’nın başkenti Berlin’in orta yerinde duruyor savaşı, vahşeti, barbarlığı hatırlatmak için. Yanından geçerken durup duvarlarındaki kurşun izlerine baktım uzun uzun, içine giremedim sanırım o gün ziyarete kapalıydı.

P.S Avrupa seyahatime çıkarken blog yazılarımı her akşam düzenli olarak yazmak üzere dizüstü bilgisayarımı da yanıma almıştım. Doğrusunu söylemek gerekirse tam bir aptallıktı bu. Günde 8-9 saat şehir gezdikten sonra insanda yazacak hal kalmıyor. Bu uzun Berlin yazısına Berlinde başladım, Amsterdam yolunda ve daha sonra Bonn’da bir fakültenin kütüphanesinde devam ettim ve şimdi Krakow’da bitirdim. Öyle ki Amsterdam-Köln-Bonn güzide blogumuzda yer alabilmek için biraz bekleyecekler gibi gözüküyor. Hep Avrupalılar bizi bekletecek değiller ya!