10 Şubat 2009 Salı

Serdarhan Aksoy’a Açık Mektup

Sevgili dostum, çağdaş Türkiye Edebiyatının çiçeği burnunda şair-çevirmen-yazar-akademisyenlerinden biri. Krakow maceramıza birlikte başladık, fakat sen biraz erken terk edip gittin bu şahane diyarı.
Bugün sensizliğimin üçüncü günü, istersen cuma gecesi saat bir sularında seni yolculadığımız andan başlayayım. Bilirim çok pimpiriklisindir, 31 zlotiye (yak. 16ytl) aldığın Varşova treni öncesinde o kadar heyecanlandın ki senin yüzünden trenin kalkış saatinden doksan dakika evvel çoktan Krakow Glowny’da almıştık soluğu. Beş aydır bize bu yad ellerde yarenlik eden, Polonya Konsolosluğunun kapılarında süründüğümüz seferberlik günlerimizde tanışıp, tanıştığımıza bin pişman olduğumuz Mehmet arkadaşımızın gözlerinden fışkıran küfürleri göremeyecek kadar heyecanlıydın. Sana yaptığımız “Haydi son bir kez Mcdonald’s!” önerisini şaşırtıcı bir şekilde geri çevirdin. Hayır, olmaz! Susturma beni! Bırak saçılsın bütün kirli çamaşırlarımız! Susma sen de haykır Leh yemeklerinin, bilhassa Bigos dedikleri o mide bulandırıcı şeyin kaç gece rüyalarımıza girdiğini! (Polonya-Türkiye savaşı çıkmaz umarım!) Ve haykır yine daha geldiğimiz ilk günlerde yeni evli çiftler gibi heyecanla aldığımız tencere ve tavaları eskitemediğimizi tembellikten! Kusura bakma ama sen kendi blog okuyucularını “sanat, sanat içindir” düsturuyla uyuturken, ben toplumsal gerçekçilikten uzaklaşmış olsam da hala toplumsal gerçekçi (politikayla biraz ilgilenen, ana muhalefet partisini bilen biri için bu denklemi anlamak zaman almayacaktır) bir yazar olduğumdan kandıramam kendi okuyucularımı. Evet itiraf ediyorum, haftanın en az üç günü, hatta bazen dört günü gidip Amerikan sermayesine ekledik durduk zlotilerimizi. Böyle politika, sermaye, emperyalizm dediğime bakmayın bunlarla ilgili falan biri değilimdir karnım aç olduğu anlarda! E bir de o indirim kuponlarıyla kocaman bir menüyü sadece 10 zlotiye alabilme şansını kim olsa kullanırdı! Ayrıca bundan daha ucuza yiyebileceğimiz karın doyurucu bir şey vardı da Krakow’da biz mi yemedik? Ya da senin deyiminle, “Tükkiye’de pietrol vaadı da biz mi iştik?”
Odada yalnızım üç gündür, ardında bıraktığın korsan kitaplara göz atıyorum arada. Ayrıca Mehmeti bizim çöpleri karıştırırken buldum, senin sinirlenip çöpe tıktığın Benim Adım Kırmızı’yı bulup çıkardı, aldı, götürdü. Orijinaline 25-30 milyon veremem diyor, çöp kokulu falan idare edecek artık. Ayrıca korsan kitapların sana ait olmadığını belirtmek suretiyle bir gece ansızın Balıkesir polisleri tarafından bir başka Ergenekon dalgası ayağına kimvurduya gitmeni de engellemek istiyorum.
Bugün Carrefour’dan alışveriş yaptım, en son sana abi alışveriş yapalım dediğimde “Ahparig zaten 12 günüm kaldı ne alışverişi ya!” demiştin, gördüğün gibi gitmeye 3 gün kala bile alışveriş yapmak mümkün! Beş aydır off çeke çeke yanından geçtiğimiz kuruyemiş reyonuna girdim yine. İstanbul’dan ayrılmadan birkaç dakika önce Şahin dayımın elime tutuşturduğu çıkını Krakow’daki ilk günlerimizde hunharca “parçalamanın” acısını çektik beş ay boyunca. Elim kajulara gitti, bilirsin ne kadar sevdiğimi, ama çok pahalı be ahparig, olmadı vallahi alamadım, almadım.
Artık aldığım kornfleyksleri, çikolataları (Anja’nın deyişiyle “çoklıt”ları), kaşarları güven içinde kendim tüketiyorum. Bir sabah uyandığımda, “Abi gece susadım, su yoktu oturdum sütü içtim, süt bitti kaşara geçtim” tarzı pisboğaz bir cümleyle karşılaşma tehlikesi yok artık. Ama yatağın da boş, oturup saatlerce telefonunda “Yılan” oynadığın geceleri, “Rekor kırdım abi, rekor!” çığlıklarını unutmayacağım.
Bu arada gece demişken, merak ediyorsundur diye söylüyorum, bizim yandaki Beyaz Rusyalı komşular aynı tempoda devam ediyorlar. Her neyse şimdi bel altı mevzuulara girip Polonya hükümetinden sansür yemeyelim.
Madem konu biraz saptı gel bir hasbihal oturalım senle buradaki öğrenim hayatımız üzerine (hasbihal demişken Fetullah Gülen Hocaefendinin de aynı adlı bir şiiri varmış, hatmetmeni öneririm, olur ya birgün bi cemaat evine düşersin falan, yüksek sesle okumaya başladın mı bişeycik olmaz).
Ne aldık buradan? Ne kaldı elimizde kopyala-yapıştır sil baştan oluştur İngilizce makalelerimizden başka? Ne kazandık aslında Türkiye’de ne üniversitenin üniversite, ne fakültenin fakülte, ne dersliğin derslik, ne de çaldığımızın düdük olduğunu fark etmekten başka? İyi niyetli hocalarımız olmasa ne almış olacaktık okuldan bugüne dek? Ama yıkma kendini kardeşim hemen, bu da bir kazanım bizim için. Muasır medeniyetler seviyesine erişmek için çabaladığımız yolda son zamanlarda attığımız en büyük adım ülkemizdeki başbakanın Davos çıkışıysa, ikinci önemli adım da bizim bu kazanımımız olacaktır inan! “Yıkılma Sakın…”, diye girerdim ama İsmet Özel’in daha birkaç ay evvel 32. gün programında çemkirerek “Ben üstünüm;çünkü Türküm!” diyen yüzünü hatırlamak istemiyorum. Ha bu arada şiiri İsmet Özel’e ithafen kaleme alan hocamız da okulumuzdan istifa ederek Özel bir Üniversite’ye Prof. kadrosundan yatay geçiş yapmış.
Nerden başladık, nerelere geldik yine. Unutmadan söyleyeyim bu Yehova’nın Şahitleri’ni küçümsedik falan ama baya harbi insanlar çıktılar bunlar. Senin de bana blogunda yazdığın “Bir Mektup” adlı yazında değindiğin gibi Mehmet’in dilendiği Eski Ahit’i hemen ertesi gün yollamışlar buna, ayrıca çocuğu sabah saat sekizde hususi otolarıyla gelip aldılar, havaalanına kadar da sağasağlam bıraktılar. Acaba bir iki toplantılarına katılsam bana da bir iyilik ederler mi diyorum? Kaşma çatlarını ahparig döneklik bizim topraklara işlemiş, tamam devrim planlarının bir parçası olan “bir buçuk milyon silahlı insan”dan biri olmaya da hazırım ama yüküm ağır olum!
Şu an saat 02:19’u gösteriyor ve benim sensiz bu odada rahat bir uykuya daha dalmama en az iki buçuk saat var. Hiç sorma kardeşim buradaki Rusça hocalarından yediğim şamarın bana kaç saat uykusuzluk olarak geri döndüğünü. Az evvel korkuyla koridora çıkıp karanlık, soğuk ve pis kokulu banyoya doğru ilerledim. Kapısındaki kağıt hala duruyor abi, “Look where you shitting!” Adam gibi sıçmayı bile bilmeyen insanlar var şu dünyada, sonra sakin ol diyorsun.
Koridor’da Ciprian ve tayfasıyla karşılaştım. Hippi sürekli mutfakta elindeki çaydanlıkla su ısıtıyor. Sana sorduğum saçma soruyu ve verdiğin içi dolu cevabı hatırlıyorum kardeşim: “Hippi adamın kettle’la işi olur mu!”
Patrik seni soruyor, geçen gün baktım yine “Vuruştuk!” diye diye yanıma geldi. Ne yapsın ahparig bu zavallı Türkoloji öğrencisi, hocası “dövüştük” değil de “vuruştuk” fiilini yazdıysa beynine. Ne veriyorlarsa onu alıyoruz, ve “hep bakıyoruz hep bakıyoruz birbirimize!”
Sen gittin gideli parti olmadı “Zaczek Club”ta. Hani şu hemen altımızdaki klüpten bahsediyorum abi, unuttun mu? Hani sabah dörtlere kadar son ses partiler düzenleyip bizim uykusuz kalmamıza, kendi annelerininse gece gece kulaklarının çınlamasına sebep olan insanların işlettiği.
Herneyse, mektubuma burada son verip bizden gayrı şeylerle ilgilenen insanların zamanından çalmayalım.
Aşağıdaki dörtlük içimden geldi öylesine, beğenmediysen de beğenmiş gibi yap, bazen “gibi yapmak” işe yarıyor.

Ne kaldı sana Krakow’dan ne kaldı
Kederini içinde kaybettiğin birkaç Zywiec şişesi
Belki birkaç güzel kızın e-posta adresi
Ve yok yere harcadığın bir ambulans imgelemi

2 yorum:

s.aksoy dedi ki...

Bu transparan mektup beni ciddi bir vicdan muhasebesi yapmaya itti. Doğruları araştırmacı kişiliğiyle irdeleyerek, toplum huzurunda "gerçekçi yazar nasıl olunurun" dersini ne güzel de vermiş şair Ararat ŞEKERYAN...
DERİN BİR SAYGIYLA EĞİLİYORUM ÖNÜNDE...

Birsel Ruby dedi ki...

Merhaba Ararat Bey,

Size Viyana'dan yaziyorum. Salı günü Krakov'a gideceğim için ufak bir araştırma yapmak isterken yazılarınızın hepsini defalarca okudum ve gerçekten çok etkilendim.
Saygılar,

Birsel Ruby