15 Şubat 2009 Pazar

Anne Frank Müzesi, Amsterdam

Bu ismi bilmeyenimiz, duymayanızmız yoktur herhalde. Her neyse, bilgimizi tazeleyelim.
Frank ailesi 1933’te Nazilerin Adolf Hitler liderliğinde iktidara gelmesi ve hemen ardından anti-semitist çevrelerin ve hareketlerin yükselmesiyle yaşadıkları Frankfurt am Main’den Hollanda’ya, Amsterdam’a göç etmişler. Baba Otto Frank üç-dört nesilden Frankfurt’lu (bu Frankfurt’lardan Almanya’da birkaç tane var, bir diğeri ülkenin doğusundaki Franfurt am Oder, diğeri ülkenin batısındaki Frankfurt Hahn, tabi en büyükleri, ülkenin finans ve ekonomi merkezi olan Frankfurt am Main), anne Edith Frank’ın ailesi ise Almanya-Belçika sınırındaki Aachen adlı küçük şehirden. Otto Frank Nazilerin gündelik hayatta baskı olmaya başlamalırını hissedince rahatsız oluyor ve Amsterdam’da pekmez-reçeller satan bir şirketten aldığı iş teklifini kabul ederek pılını pırtını toplayıp göçüyor.
Hollanda’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki tarafsızlığını İkinci Dünya Savaşı sırasında da sürdüreceğini uman aile için işler pek yolunda gitmiyor. Avrupa’da yakılıp-yıkılmadık şehir bırakmayan Nazi ordusu Hollanda’ya da saldırıp Amsterdam’a kadar giriyor. Yönetimi ele geçiren Naziler işe Yahudilere karşı yasaklar koyarak başlıyorlar. Yahudiler tiyatroya, sinemaya gidemez; tramvaya, otobüse binemez.
Savaş altındaki koca kıtada kaçacak başka bir şehir ve fırsat bulamayan baba Otto Frank ailesini yaşadıkları Yahudi mahallesinden çalıştığı şirketin binasına taşıyor. Binanın arkasında gizli bir ekyapı var (İng: secret annex, Flam: Achterhuis), üçüncü kattaki bir kapıdan bu gizli ekyapıya geçiyorsunuz, yapı binanın arkasındaki bahçeye baktığından gizli veya ek olduğu anlaşılmıyor, binanın kendisiymiş gibi gözüküyor. İki kattan, dört-beş odadan ve küçük bir banyodan oluşan bu gizli yerde saklanmaya başlıyor Frank ailesi. Birkaç ay sonra üç kişilik bir Yahudi aile ve bir Yahudi diş doktoru da katılıyor. Sekiz kişi, gözüdönmüş Nazilerin hışmından saklanıyorlar yani.
Saklanmaya başlamadan birkaç ay önce, 13. doğumgününde bir hediye alıyor Anne babasından. Doğumgününden birkaç gün önce bir dükkanın vitrinin ona gösterdiği küçük, pembe, ufak bir kilidi bile olan günlük bu. Anne çatı katındaki küçük odasında saklanmaya başladığı günden itibaren düzenli olarak yazıyor. Her şey hakkında. On üç yaşında bir kızın yazacak neyi olabilir demeyin. Saklanırken yaşadıklarını, annesi, babası, kendinden iki yaş büyük olan ablası Margot hakkında düşündüklerini yazıyor. Ve tabi, hayallerini. Bir gün günlüğüne düştüğü notta, biliyorum diyor, yazabildiğimin farkındayım, anlatabilme kabiliyetim var, ama bir yazar olup olamayacağımı zaman gösterecek. Bu nottan birkaç ay sonra “Achterhuis” (Gizli Ekyapı) adlı bir romana başladığını öğreniyoruz Anne’nin. İki yıl boyunca, pencereden dışarı bile bakamadan saklandıkları, tek güneş ışığı ve temiz hava kaynağının tavandaki küçük delik olduğu o tavanarasında yaşadıklarını yazıyor.
O evde iki yıl boyunda saklanmayı başaran sekiz kişi, bir gün ispiyonlanıyorlar ve 4 Ağustos 1944 sabahı bir baskınla yakalanıyorlar. Saklananları kimin ispiyonladığı hâlâ meçhul olsa bile onların orada saklandıklarını sadece Otto Frank’ın dört çalışanı biliyor. Tabi onlar da iki sene boyunca saklananlara yiyecek, içecek, dergi, kitap getirerek o gönüllü/zorunlu mahkümiyet boyunca canlı kalmalarını sağlayanlar.
Birkaç gün sonra soluğu Krakow’a 70km uzaklıkta olan Auschwitz kasabasındaki devasa toplama kampında alıyorlar. Birkaç ay burada yaşam mücadelesi verdikten sonra Anne ve ablası Margot Almanya’daki Bergen-Belsen toplama kampına yollanıyorlar, Anne Edith Frank Auschwitz’de açlıktan can veriyor. Baba Otto Frank ise kızları tarafından ölmüş olarak bilinse de Sovyet ordusu batıya ilerleyip kampı ele geçirdiğinde Nazilerin elinden sağ kurtulan altı-yedi bin kişiden biri oluyor. Ailelerinin öldüğünü düşünen Margot ve Anne yaşama isteklerini iyiden iyiye yitiriyorlar, kampta yaklaşık on yedi bin kişinin ölümüne sebep olan tifüse yakalanan kardeşlerden önce Margot ölüyor, birkaç gün sonra ise Anne.
Tifüsün yayılmasını engellemek isteyen Naziler kampı baştan aşağı yakmış, ortada tabuta koyacak bir ceset bile kalmamış.
Baba Frank Savaş bitince Amsterdam’a belki karşısında ailesinden birilerini bulma umuduyla geri dönmüş. Ailesinden arda kalan tek şey ise sektereri Map Gies tarafından Anne’nin odasında bulunan günlük olmuş. Kendisinin kızının yazdığını bildiğini fakat böyle günü gününe bir günlük tuttuğunu bilmediğini söyleyen Otto Frank kızının yazdıklarını okuduktan sonra yayımlatmaya karar vermiş. Önce Hollanda, Fransa ve Almanya’da; daha sonra İngiltere, Amerika ve (daha ilk baskıda) 100.000 kopya ile Japonya’da (Japonların kitap okuduklarını bilirdim ama bu kadar da değil artık) büyük üne kavuşmuş. Türkçe dahil 60 dile çevrilen kitap tüm zamanların en çok okunan kitaplarından biri olmak özelliğine sahip, ayrıca İkinci Dünya Savaşı’ndan insalığa kalan en önemli edebi eserlerden biri.
Amsterdam’a gitmeden önce gezmem gereken müzelerin bir listesini çıkarmıştım. Anne Frank Müzesi de bunlardan biriydi. Amsterdam’daki müzeler çok pahalı, ayrıca öğrenci indirimi falan da yok, sormayın sakın, anlamıyorlar çünkü.
Girişi 7.5€ idi. Ben 9-10 dilde basılmış Müze broşürlerinden seçerken kuyrukta önümde duran Türk gruptan bir kız “Ay bu kızın nesi varmış ki şimdi burdaa!” gibisinden bir çemkirdi. Girişte sırt çantanızı ters asmanız isteniyor, göğsünde bebeğini taşıyan bir anne imgelemi gelip dayanıyor tabi o an kapınıza.
Müzenin en ilgi çekici kısmı Anne Frank’ın odası tabi, “daha yaşanılır, daha eğlenceli hale getirmek için yapıştırıyorum” dediği artist, şarkıcı resimleriyle süslü duvarlar, olduğu gibi korunuyor. Evde eşya yok, o haliyle bile küçük. Sağda solda oynayan videoları kaçırmayayım, o resme de bakayım şunu da göreyim derken atmosferden etkilendiğinizi anca müzenin dışına adım attığınızda anlayabiliyorsunuz. Karşısınızda Amstardam’daki en büyük kiliselerden biri ve uzun çan kulesi duyuyor, Anne’nin her gün kuleden yayılan çan sesini duydukça şarkıcı olmayı hayal ettiğini okuduğunuz aklınıza geliyor, üzülüyorsunuz, elinizden gelen tek şey bu oluyor çünkü.
Müzenin mağazasına girip “Urok Historii: Anne Frank” adlı küçük bir Rusça kitapçık satın almayı da ihmal etmedim tabi, 5-6€ da ona verdim ama hatıra işte, kim bilir bir daha ne zaman yolumuz düşer Amsterdam’a.

Ayrica yaziyi bloga koymadan once Anja’dan “Almanya'da Anne Frank” adli bir brifing aldim. Almanya'da hemen hemen her ögrenci okul hayati boyunca en az bir kez Anne Frank'in günlügünü okuyor ve onun hakkinda düsündürülüyor. “Muasir medeniyet” tabi, fark burada.

P.S. Bugün Almanya'nin gecmise ve uyguladigi soykirima bakisinin-en azindan-yankilarini iletmeye calisan birkac kisa yazi yazacagim, fakat önce birkac gün Venedik!

1 yorum:

banliyodennotlar dedi ki...

ahh, ciddi bir fark.

Bugün Radikal'de bir haber vardı, Türk Eğitim-Sen'e bağlı bir öğretmen grubunun Hitler'in ruhuna helva dağıttığını söylüyordu, beyefendi rüyasında görmüş, hemen helva yaptırmış, yoksa Hitler efendi hakkını helal etmezmiş!

Eh, bizde de artık her öğrenci ırkçı, faşizan Sarı Gelin "belgesel"ini izleyecekmiş. Anlaşılan MEB yeni O.S.'ler yetiştirmek gibi bir merak içerisinde.

Değil ki, Anne Frank'ı okuyup isyan etmek, politically correct olmak adına bile faşizmini gizleyemeyenlerin öğretmenlik yaptığı bir ülke olan Türkiye, ne yazık ki:(