27 Ocak 2009 Salı

Amsterdam’da İki Ateşli Gece

Hayatımda ilk kez tek başıma bir seyahate çıktım. Çıktığım gibi, tek başıma tamamlayamamış oluşum bir başarısızlık olarak görülmesin tabi. Seyahat planlamada çok usta olduğum söylenemez. Berlin’e vardığımda hâlâ Amsterdam’da nerede kalacağım belli değildi. Berlin’de kaldığım hostelden o kadar memnumdum ki şimdi onu anarken “hostel” değil “otel” demek geliyor içimden. O kadar lükstü yani. Bir akşam oturup daha önce de hostel bulmak için yararlandığım siteden Amsterdam’daki hostellere bakmaya başladım. Başlamaz olaydım…
Zaman kısıtlı, dışarda Berlin beni bekliyorken ben nasıl saatlerimi bilgisayarın başında Amsterdam’daki hostellerle geçireyim? Elimi çabuk tutmak istedim ve hostellerin şehir merkezine yakınlıklarına ve tabi ki gecelik fiyatlarına göre bir eleme yaptım. Karşımda duran en iyi sonuç “City Shelter” adlı hosteldi. Hostelleri aradığınız site üzerinden rezervasyona yaptırmak isterseniz 4-5€ gibi bir hizmet ücreti ödemek zorundasınız tabi ki. Ben bunu ödememek için daha önce de izlediğim yolu izledim ve hostelin kendi sitesine girerek oradan rezervasyon yaptırdım. Sitede gözüme çarpan ikinci dikkat çekici nokta ise “City Shelter” isminin altındaki “Christian Hostels” ifadesiydi. Çat pat İngilizce biliyorum merak etmeyin; fakat dedim ya, zaman kısıtlıydı diye!
Amsterdam’a Berlin’den 11 saatlik uzun bir tren yolculuğu sonucu vardım. Böylece Amsterdam yolculuğum Krakow-Berlin hattının rekorunu kıramamış oldu ve hayatımda yaptığım en uzun tren yolculuğu 12 saat olarak kaldı! Şehre varır varmaz hostelimin yolunu tuttum, Amsterdam’da “tourist information”ların pek iyi olduğu söylenemez, zira ücretsiz harita anlayışı pek gelişmemiş! Bir hediyelik eşya mağazasından Can Yücel’in de dediği gibi “canımız yanmış gibi değil, canımız yana yana” 3€ ödeyerek aldığım Amsterdam şehir merkezi haritasıyla hostelimi buldum. Resepsiyondaki kızın güleryüzüne aldanmamak elde değil tabi. Geceliği 16.5€’dan 33€’yu avucuna bırakıverdim yavaşça.
Kalacağım oda 12 kişilik. İkinci katta sağda diyor, sabahları kahvaltı alabileceğim kafenin yerini de eliyle işaret ettikten sonra soruyor “Hangi dilleri konuşuyorsunuz?”, daha önce de kaldığım hostellerde olacağı gibi küçük kent broşürleriyle karşılaşma umuduyla “Türkçe diyorum; muhtemelen sizde bu dilde bir şey yoktur o yüzden İngilizce veya Rusça da olur.” Yanındaki raftan çektiği küçük kitapçığı uzatıyor yavaşça, “A time for peace” yazıyor üstünde, ters giden bir şeyler var fakat anlayamıyorum! Çantamı sırtladıktan sonra beni ikinci kata götürecek olan basamakları tırmanmaya başlıyorum. Duvarda kocaman bir yazı kırmızı büyük harflerle yazılmış. Harfler tahta, duvara küçük çivilerle çakılmış olmalılar: “Jesus Loves You”.
Amsterdam’daydım, bir misyoner hostelinde. Vardığımın ertesi günü noeldi ve ben bir misyoner hostelinde Somali, Nijerya, Afganistan, Pakistan vs. gibi ülkelerden kaçak yollarla Hollanda’ya gelen ve burada hayata tutunmaya çalışan insanlarla aynı odayı paylaşacaktım. En azından ilk gün hemen bitişiğimizdeki 20 yataklı odada kalan bu insanlarla aynı yerde uyumak zorunda kalmadım. Yanlış anlaşılmasın, onları küçük gördüğümden falan değil, yalnızca yalnızlığımdan kaynaklanan bir korku. Yüzleri o kadar farklıydı ki bu evsiz ve işsiz insanların, elleri, bakışları, kahvaltı ederken çatalı tutuşları ve içi domuz salamı dolu bir sandviçi ısırırken nefes alışları. Hayatımın en korku dolu günlerini o misyoner hostelinde geçirdim. İlk gece yanımdaki ranzada kalan çocuk yan odaya taşınacağını hostel idaresiyle anlaştığını ve sadece günde birkaç saat temizlik yaparak ve akşam alt kattaki kafede yapılan İncil toplantılarına katılarak hostelde ücretsiz konaklayıp, sabah ve akşamları ücretsiz yemek yiyebileceğini söylediğinde anlayabilmiştim ancak nasıl bir yere düştüğümü.
Hosteldeki ikinci günümde aslında Nijeryalı olan fakat İtalya Modena’da yaşayan bir çocukla tanıştım. Kendisi Nijerya’nın resmi dilinin İngilizce olmasıyla övünüyor, anadilinin İngilizce olduğunu söylerken göğsünü kabartıyordu. Sömürge kelimesinin lügatında olup olmadığını sorgulamaya gerek yok şimdi. Altı yıldır İtalya’da yaşadığını, İtalyanların zencilere karşı aşırı önyargılı olmalarından çok sıkıldığını ve kız arkadaşının yanına Hollanda’ya yerleşmek istediğini anlattı uzun uzun. Hemen yanımdaki ranzada yatan kırk yaşlarındaki Somali’li adamla girdiği uzun “Hollanda Vatandaşlığı” sohbeti sayesinde Hollanda vatandaşı olmanın pek de kolay olmadığını öğrenmiş oldum. Somalili adam altı yıldır Hollanda’da olduğunu buraya gelmeden önce işlerin burada bu kadar zor ve ağır yürüdüğünü bilmediğini söyledi. Altı yıldır evine dönemeyen bu adamın çocuğundan ve artık kendisini çoktan terk edip başka biriyle yaşamaya başlamış olan karısından söz ederken biri görme özürlü olan gözlerini kaplayan hüzün, misyonerlerin sadece noel için kendisini içeri aldıklarını; daha sonra tekrar sokaklara dönmek zorunda kalacağını söylerkenki gülümseyişiyle iç sızlatan bir tezat oluşturuyordu. Bir defasında yakalanıp Rotterdam’da bir hapishaneye konulan bu adam hapishanede daha mutlu olduğunu, en azından her gün devletin ödediği 7€’yu biriktirdiğini ve dışarı salıverildiğinde istediği gibi yaşama şansına sahip olduğunu içtenlikle anlatması beni derinden etkilediyse de gece boyunca yirmi dakikada bir uykumu bölecek olan korkumu bastırmaya ve beni iki gece boyunca “yandım, yandım, yandım ah ki ne yandım” şeklinde inletecek olan ateşi dindirmeye yetmedi.
Keşke dünyada din olmasaydı.
P.S. Başlığa aldanıp okudunuz tabi değil mi yazıyı? Küçükken yayam da bana acı şurupları içirebilmek için önceden şeker-çikolata falan verirdi, bunu da çikolata niyetine yemiş oldunuz artık, afiyet olsun.



Hiç yorum yok: