10 Ocak 2009 Cumartesi

Krakow’da kitapsız geçen dört ay ve Ա’ın kuyruğunda beliren “anadil” sorunu üzerine


Başlığın uzunluğunu görüp korkmayın, bloga koyduğum diğer yazıların aksine (ve blog okuyucularının da talebi üzerine) kısa bir yazı olacak. Ayrıca başlığın uzunluğundan da William Saroyan taklitçiliği yaptığım da sanılmasın. Ayrıca başlıkta gördüğünüz garip şey otuz sekiz harflik Ermenice alfabenin ilk harfi. “Ա, ա” yani bildiğiniz “A, a”. “Ayp” diye telaffuz edilir, ismimde ilk büyük olmak üzere üç tane var: “Արարատ”. Bu örnek sayesinde Ermenice “r”lerden birini de tanıyabilirsiniz fakat “t” için acele etmeyin çünkü ismim Ermenice’de “d” ile yazılıyor.
Krakow’a geldim geleli kitap okuduğum falan yok. Önce Rober’in hediye ettiği Milan Kundera’nın Yavaşlık’ı, daha sonra blog yazılarında adımı sık sık geçirerek kendi çapımda (kötü de olsa) ciddi bir ün, şan, şöhret kazanmamda büyük pay sahibi olan oda-sınıf-yol/daşım Serdarhan Aksoy’un (Serdarhan yazılır “Serdaran” okunur) son yazısında bahsettiği Krakow’un ünlü sahafı Massolit’ten sadece 8 zloti’ye (5 tl.) satın aldığım Vera Alexandrova imzasını taşıyan 1964 basımı A History of Soviet Literature 1917-64 From Gorky to Solzhenitsyn adlı kitap ve daha sonra Nabokov’un Lolita’sı üç basamaklı rakamlar taşıyan sayfalarının bakir kalması gibi aynı acı kaderi paylaştılar hep. Zoya Pirzad’ın Işıkları Ben Söndürürüm’ünün sonunun da aynı olmaması için elimden geleni yapıyorum.
Her neyse, bugün yine Pirzad’ın kitabını raftan çekip almak üzere elimi uzattım ki hemen yanında duran “Huşer Arants Puşeru” adlı kitabı fark ettim. Dört aydır adam gibi bir şey okumadığımı yine uzun ve gereksiz cümlelerle ifade ettikten sonra zaten Ermenice bir şeyler de okumadığımı söylemeye hiç gerek yok. On dokuz yaşımda, bir cuma günü, akşam üstü konuşabildiğimin farkına vardığım, yirmimde sevmeye başladığım bu dili özlediğimi hissederek çekip aldım kitabı raftan. “Dikensiz Anılar” adından da anlaşılabileceği gibi bir anı kitabı. Hayatını eğitime adamış, senelerce İstanbul’daki Ermeni okullarında öğretmenlik yapmış, şimdilerde seksen yedinci yaşını Fransa’da süren Vahan Acemyan’ın anıları. Öğrenciliğini ve öğrencilerini, yaşadıklarını, gördüklerini, gezdiği yerleri yazmış Acemyan. Kitabın arkasındaki “İçindekiler” sayfalarından ilgimi çekebilecek bir kısım ararken üç ülke adı ilişiyor gözüme. Almanya, Belçika, Hollanda.
On altı günlük noel tatilimin on üçünü Almanya’da, üçünü ise Hollanda’da geçirdim. Merakla okumaya başlıyorum Acemyan’ın bu Benelux ülkeleri ve Almanya hakkında ne yazdığını. Önce Münich’te geçirdiği günlerden, Stuttgart yakınlarında bir köyde; Waiblingen’de sandviç almaya çalışırken satıcıdan işittikleri küfürleri ve karşılık vererek satıcıyı nasıl sindirdiklerini anlatmış Acemyan. Daha sonra da Almanya hakkındaki izlenimini özletlemiş: “Almanya taze tıraş edilmiş ve düzgünce taranmış saçlarıyla uslu bir öğrenci izlenimi bırakmıştı üzerimde.” (Çeviride hata olabilir, bu hoş görülmelidir!)
Ayrıca Hollanda ve Belçika’da geçirdiği iki kısa günün bu ülkeleri tanımak için yeterli olmadığını farkında olduğunu ekleyerek Belçika’dayken Gent’e giderek Taniel Varujan’ın, öğrenim gördüğü üniversitedeki büstünü de ziyaret etmenin bir “ahde vefa etmek”le eşit değer taşımış olacağını da ekiyor pişman harflerle.
Ne kadar acı Ermenice bilmeyenler için benim okuma şansına sahip olduğum bu güzel şeyleri okuyamamak, ve acaba kaç kat daha daha da acı Ermenice bilip de bunları okumamak.
Bundan iki veya iki buçuk sene evveldi. “Anadil”in ne olduğunu ve bir insanın kendi anadilini bilmesinin ne kadar önemli olduğunu açıklayan uzun bir makale okumuştum. Aslında anadilin insanın hangi milletten olduğuna bağlı olmadığını, anadili belirleyen temel unsurun kişinin doğup büyüdüğü ortamdaki egemen dilin olduğunu vs açıklıyordu. Aksini iddia eden düşünceler içeren yazılarla karşılaşana dek benim de düşüncelerim bu yöndeydi. Fakat şimdi, dört aydır Krakow’da tanıştığım insanlara Ermeni’yim fakat anadilim Türkçe demek hem bana tuhaf geliyor hem de onlar “ne saçmalıyor bu çocuk yahu” gibisinden bakıyorlar.
Aileleri, II. Dünya Savaşı öncesinde Leh toprağı olan ve savaş sonrasında Polonya’nın o bölgedeki bazı Alman kentlerini de içine alarak sınırlarını batıya kaydırması sonucu Belarus’a kalan topraklar üzerinde yaşayan birkaç Leh ile tanıştım Krakow’da. Leh olmalarına rağmen Belarusçayı çok daha iyi konuşuyorlar(mış). Tamam bu normal belki; fakat –eğer anadili milliyete göre belirliyorsak- anadilleri olması gereken Lehçeyi benim Ermeniceyi kullanabildiğimden belki beş kat daha iyi konuşmalarını neye bağlayacağız? Zaten ikisinin de Slav dili olmasına ve benzeşmelerine mi? Bana pek tatmin edici bir cevap gibi gelmedi.
Yazıyı bitirip buradaki derslerimi geçmek için yazmam gereken essay/makalelere dönsem iyi olacak. Anadil sorunu üzerine aklıma gelenleri paylaşmaya devam ederim belki.
P.S Artık Krakow'daki son günler, Leman Sam'ın da dediği gibi "yine yollar yolculuklar yine terk-i diyar" etmeye hazırlanan Türkiye gençliği arasında zaman geçirmek için oynanan ihale adlı popüler bir iskambil oyunu varmış, Dostoyevski veya Sardarhan Aksoy gibi sıkı bir kumarbaz olası geliyor insanın böyle zamanlarda ama, hiç de anlamam iskambilden falan...

Hiç yorum yok: