İlk ve en önemli hedef olarak belirlediğim Lehçe öğrenme hedefime ulaşıyorum. Beş ayın sonunda İstanbul’a döndüğümde hiç de küçümsenemeyecek bir Lehçe kapasitesine sahip olacağımı hissedebiliyorum. Fakat kendime ciddi bir itirafta bulunmak cesaretini gösterirsem benim için Lehçeden çok daha önemli olan Rusçada aynı başarıyı ve tempoyu tutturamadığımı söylemeliyim. Son bir haftadır ciddi şekilde sorunun nerede olduğunu düşünüp durur oldum. Sorun şu ki, Lehçeyi oturup planlı ve programlı şekilde çalışıp öğrenmiyorum, sokakta, tramvayda, kafelerin-restoranların menülerinden öğrendiklerimi Rusça sayesinde çok hızlı bir şekilde algılayıp, kullanabiliyorum. Rusça içinse durum biraz farklı. Günde en az iki saat planlı şekilde çalışıp, verilen ev ödevlerini düzenli şekilde yaparak hızlı ve güvenilir bir ilerleme kaydedeceğim açık. Peki çözümü biliryorsun da niye uygulamıyorsun diye sormazlar mı adama?
Bu sorunun da cevabı basit. Zira burda yaşadığım hayat benim hayatım değil, iki aydır hedeflediğim birçok şeyden sanki adım adım uzaklaşıyormuşum gibi hissediyorum. Haftada en az iki geceyi pek de hoşlanmadığın müziklerin çalındığı bir gece klübünde veya bir ev partisinde geçiriyorsun. Kaç defa bir “club”a gittim İstanbul’da? Bir? İki? Hadi dört diyelim. İlk başlarda pek de şikayetçi olmadığım bu duruma derslerimi etkilemeye başladığı anda bir son vermem gerektiğini anladım.
Geçen hafta yine her hafta olduğu gibi bir Rusça teste tabi tutulduk. Sınıftaki diğer Erasmus öğrencileri olan Belçikalı üç kız aynı zamanda hem Lehçe hem de Rusça çalıştıkları için onların test kağıdı da Leh öğrencilerinkiyle aynıydı. Hoca önüme boş bir A4 kağıdı koyup süpermarkete gittiğimde kahvaltı, öğle yemeği ve akşam yemeği için neler aldığımı on beşer kelimeyle anlatmamı ve en favori üç filmimi özetlememi istediğinde şok oldum. Krakow’daki en kötü günümdü belki, test kağıdını yarı boş olarak hocaya teslim edip sınıftan çıktıktan sonra “kendi kendimle hasbihâl” çoktan başlamıştı bile. Üç senedir çalıştığım bir dilde yaptığım alışverişi anlatamıyorsam? En sevdiğim iki üç film hakkında iki lafı bir araya getirip yazamıyorsam?
Yurt hayatına alıştım diyebilirim. Haftada iki kez de olsa akşamları yemek yapıyoruz. Makarna, haşlanmış patates falan yiyiyoruz. Çarşamba günü gidip kendime slip mayo, bone ve gözlük aldım. Yurda iki ve sekiz dakika yürüyüş mesafesinde iki tane havuz var. Bir saat yüzebilmek için 7 zlotiyi (4ytl) gözden çıkarmanız gerekiyor. Haftada en az üç gün havuza gitmeye karar verdik.
İki aydır kitap okumadım. Geçen yıl Tüyap kitap fuarında Varlık Yayınları’nın standından satın aldığım Anna Ahmatova’nın “Ardından”ını okumaya çalıştım, çeviri Almanca-Rusça bir baskıdan yapılmış, olmamış diyebilecek kadar incelemedim ama sinmedi içime. Eylül başında Rober’in hediye ettiği Kundera’nın “Yavaşlık”ına gitti elim birkaç kez. Otuz-kırk sayfa da okudum hani. Sonra bir baktım bir kelime: “Sofracı”. Merak ettim internetten araştırdım Vikisözlük’te karşıma çıktı: “Saraylarda sofrayı kurmak, kaldırmak, yemeği dağıtmak gibi işlerle görevlendirilmiş kimse”. Kitapta söz konusu olan mekan saray falan değil, bir restoran. Çevirmenin “sofracı” dediği şahıs ise özgün Fransızca metinde çok büyük bir ihtimalle “garçon” olarak geçiyordur. “Garson” yerine “sofracı”yı tercih etmek için bir kez düşünmek yetmeyebilirdi bence. Her neyse, Özdemir İnce’ye Türkçe öğretecek değilim.
Burada hayat farklı yürüyor. İnsanların yedikleri farklı, içtikleri farklı, düşünmek zor
Varşova’da Çek mutfağıyla da ufak çapta bir temasta bulundum. Varşova’daki il
İki hafta önce bir akşam vakti, meydandaki Adam Mickiewicz heykelinin altındaki mermer-banklardan birinde yalnız başıma oturuyordum ki Krakow’da her köşebaşında karşılaşabileceğiniz dilencilerden birinin bana doğru yürüdüğünü fark ettim. Turist olduğum her halimden belli olac