27 Ocak 2009 Salı

Amsterdam’da İki Ateşli Gece

Hayatımda ilk kez tek başıma bir seyahate çıktım. Çıktığım gibi, tek başıma tamamlayamamış oluşum bir başarısızlık olarak görülmesin tabi. Seyahat planlamada çok usta olduğum söylenemez. Berlin’e vardığımda hâlâ Amsterdam’da nerede kalacağım belli değildi. Berlin’de kaldığım hostelden o kadar memnumdum ki şimdi onu anarken “hostel” değil “otel” demek geliyor içimden. O kadar lükstü yani. Bir akşam oturup daha önce de hostel bulmak için yararlandığım siteden Amsterdam’daki hostellere bakmaya başladım. Başlamaz olaydım…
Zaman kısıtlı, dışarda Berlin beni bekliyorken ben nasıl saatlerimi bilgisayarın başında Amsterdam’daki hostellerle geçireyim? Elimi çabuk tutmak istedim ve hostellerin şehir merkezine yakınlıklarına ve tabi ki gecelik fiyatlarına göre bir eleme yaptım. Karşımda duran en iyi sonuç “City Shelter” adlı hosteldi. Hostelleri aradığınız site üzerinden rezervasyona yaptırmak isterseniz 4-5€ gibi bir hizmet ücreti ödemek zorundasınız tabi ki. Ben bunu ödememek için daha önce de izlediğim yolu izledim ve hostelin kendi sitesine girerek oradan rezervasyon yaptırdım. Sitede gözüme çarpan ikinci dikkat çekici nokta ise “City Shelter” isminin altındaki “Christian Hostels” ifadesiydi. Çat pat İngilizce biliyorum merak etmeyin; fakat dedim ya, zaman kısıtlıydı diye!
Amsterdam’a Berlin’den 11 saatlik uzun bir tren yolculuğu sonucu vardım. Böylece Amsterdam yolculuğum Krakow-Berlin hattının rekorunu kıramamış oldu ve hayatımda yaptığım en uzun tren yolculuğu 12 saat olarak kaldı! Şehre varır varmaz hostelimin yolunu tuttum, Amsterdam’da “tourist information”ların pek iyi olduğu söylenemez, zira ücretsiz harita anlayışı pek gelişmemiş! Bir hediyelik eşya mağazasından Can Yücel’in de dediği gibi “canımız yanmış gibi değil, canımız yana yana” 3€ ödeyerek aldığım Amsterdam şehir merkezi haritasıyla hostelimi buldum. Resepsiyondaki kızın güleryüzüne aldanmamak elde değil tabi. Geceliği 16.5€’dan 33€’yu avucuna bırakıverdim yavaşça.
Kalacağım oda 12 kişilik. İkinci katta sağda diyor, sabahları kahvaltı alabileceğim kafenin yerini de eliyle işaret ettikten sonra soruyor “Hangi dilleri konuşuyorsunuz?”, daha önce de kaldığım hostellerde olacağı gibi küçük kent broşürleriyle karşılaşma umuduyla “Türkçe diyorum; muhtemelen sizde bu dilde bir şey yoktur o yüzden İngilizce veya Rusça da olur.” Yanındaki raftan çektiği küçük kitapçığı uzatıyor yavaşça, “A time for peace” yazıyor üstünde, ters giden bir şeyler var fakat anlayamıyorum! Çantamı sırtladıktan sonra beni ikinci kata götürecek olan basamakları tırmanmaya başlıyorum. Duvarda kocaman bir yazı kırmızı büyük harflerle yazılmış. Harfler tahta, duvara küçük çivilerle çakılmış olmalılar: “Jesus Loves You”.
Amsterdam’daydım, bir misyoner hostelinde. Vardığımın ertesi günü noeldi ve ben bir misyoner hostelinde Somali, Nijerya, Afganistan, Pakistan vs. gibi ülkelerden kaçak yollarla Hollanda’ya gelen ve burada hayata tutunmaya çalışan insanlarla aynı odayı paylaşacaktım. En azından ilk gün hemen bitişiğimizdeki 20 yataklı odada kalan bu insanlarla aynı yerde uyumak zorunda kalmadım. Yanlış anlaşılmasın, onları küçük gördüğümden falan değil, yalnızca yalnızlığımdan kaynaklanan bir korku. Yüzleri o kadar farklıydı ki bu evsiz ve işsiz insanların, elleri, bakışları, kahvaltı ederken çatalı tutuşları ve içi domuz salamı dolu bir sandviçi ısırırken nefes alışları. Hayatımın en korku dolu günlerini o misyoner hostelinde geçirdim. İlk gece yanımdaki ranzada kalan çocuk yan odaya taşınacağını hostel idaresiyle anlaştığını ve sadece günde birkaç saat temizlik yaparak ve akşam alt kattaki kafede yapılan İncil toplantılarına katılarak hostelde ücretsiz konaklayıp, sabah ve akşamları ücretsiz yemek yiyebileceğini söylediğinde anlayabilmiştim ancak nasıl bir yere düştüğümü.
Hosteldeki ikinci günümde aslında Nijeryalı olan fakat İtalya Modena’da yaşayan bir çocukla tanıştım. Kendisi Nijerya’nın resmi dilinin İngilizce olmasıyla övünüyor, anadilinin İngilizce olduğunu söylerken göğsünü kabartıyordu. Sömürge kelimesinin lügatında olup olmadığını sorgulamaya gerek yok şimdi. Altı yıldır İtalya’da yaşadığını, İtalyanların zencilere karşı aşırı önyargılı olmalarından çok sıkıldığını ve kız arkadaşının yanına Hollanda’ya yerleşmek istediğini anlattı uzun uzun. Hemen yanımdaki ranzada yatan kırk yaşlarındaki Somali’li adamla girdiği uzun “Hollanda Vatandaşlığı” sohbeti sayesinde Hollanda vatandaşı olmanın pek de kolay olmadığını öğrenmiş oldum. Somalili adam altı yıldır Hollanda’da olduğunu buraya gelmeden önce işlerin burada bu kadar zor ve ağır yürüdüğünü bilmediğini söyledi. Altı yıldır evine dönemeyen bu adamın çocuğundan ve artık kendisini çoktan terk edip başka biriyle yaşamaya başlamış olan karısından söz ederken biri görme özürlü olan gözlerini kaplayan hüzün, misyonerlerin sadece noel için kendisini içeri aldıklarını; daha sonra tekrar sokaklara dönmek zorunda kalacağını söylerkenki gülümseyişiyle iç sızlatan bir tezat oluşturuyordu. Bir defasında yakalanıp Rotterdam’da bir hapishaneye konulan bu adam hapishanede daha mutlu olduğunu, en azından her gün devletin ödediği 7€’yu biriktirdiğini ve dışarı salıverildiğinde istediği gibi yaşama şansına sahip olduğunu içtenlikle anlatması beni derinden etkilediyse de gece boyunca yirmi dakikada bir uykumu bölecek olan korkumu bastırmaya ve beni iki gece boyunca “yandım, yandım, yandım ah ki ne yandım” şeklinde inletecek olan ateşi dindirmeye yetmedi.
Keşke dünyada din olmasaydı.
P.S. Başlığa aldanıp okudunuz tabi değil mi yazıyı? Küçükken yayam da bana acı şurupları içirebilmek için önceden şeker-çikolata falan verirdi, bunu da çikolata niyetine yemiş oldunuz artık, afiyet olsun.



23 Ocak 2009 Cuma

Tesadüfün eseri bir yazı veya “Krakow’da Ermeniler” başlığı altına yazmayı düşündüklerime giriş

Yirmi dört kişilik düzenli ve şirin bir kütüphanede yazıyorum bu yazıyı. Salı ve perşembe günleri lehçe kursumuzun olduğu binanın en üst katında. Sabah rusça fonetik dersime gittim fakat hocamızın çarşamba günkü dersin sonunda hasta olduğunu ve cuma günkü dersi iptal ettiğini öğrendim. Çarşamba günkü dersi uyuya kalıp kaçırmıştım. Kütüphaneye geldiğimde saat onu biraz geçiyordu, yol üzerinde yanından geçtiğim Dominik Kilisesi’ne girdim. Krakow’da her sokak başında bir kilise var belki, her birini uzun uzun gezmeye kalksam beç aylık Erasmus yaşantımın yarısını bu kiliselerde geçirmek zorunda kalırdım. Dominik Kilise’si Krakow’daki en büyük kiliselerden biri, kendisine sadece iki yüz metre uzaklıkta Krakow’un en ünlü kilisesi olan Meryem Ana Kilise’sinden tek eksiği kulelerinin olmaması.
Kütüphanelerde zaman geçirmeyi seviyorum, kaldı ki burası bir kütüphaneden çok kitaplarla dolu bir çalışma odasını andırıyor. Social Life under Communism, History of Polish Culture ve seçmiş olmaktan pişmanlık duyduğum tek ders olan Yiddishkeit- The culture of Ashkenazi Jews adlı derslerimi geçebilmek için önümüzdeki on gün içinde her birine birer makale hazırlamam gerekiyor. En acil olanı komünizm makalesi, bugün ayın yirmi üçü, makalenin son teslim tarihi ise on ocaktı.
Polonya yakın tarihinin en önemli şahsiyeti olan Leh Walesa öncülüğünde başlayan ve Komünizmin çöküşünde büyük rol oynayan Dayanışma Hareketi/Sendikası (Solidarity, Solidarnosc) hakkında yazmayı düşündüğüm makalemin şuan yarısındayım. Uslu uslu çalışıyorken kısa bir ara vermek üzere ayağa kalktım ve sözlüklerin olduğu rafa yöneldim. Gözüme çarpan “dünyanın bütün dilleri-Lehçe” sözlüklerinin etkisiyle iki üç dakika boyunca Türkçe-Lehçe bir sözlük aradım. Orta raflarda gözüme hiç de yabancı olmadığım renklerin süslediği bir kapak sırtı çarptı, üç yatay şerit: Kırmızı-Mavi-Turuncu. Hangi ülkenin, hangi milletin olursa olsun, bayraklara alerjim vardır. Fakat bu kez kafamı çevirmek aklıma bile gelmedi ve elimi hızlıca uzatıp iki cm genişliğindeki ciltli kitabı tutup raftan çıkardım. “Maly Slownik Ormiansko-Polski/Polski-Ormianski”. Yani “Pokr Pararan Hay-Leheren/Leh-Hayeren”. Anlayamayanlar için bir kez daha: “Küçük Sözlük Ermenice-Lehçe/Lehçe Ermenice”. Andrzej Pisowicz adlı bir Armenolog ve İranolog tarafından Şuşanik Sedoyan ve Norayr ter-Grigoryan eşliğinde hazırlanmış olan, ve aslında Türkiye standartlarına göre boyut olarak küçük değil, orta boy olan bu sözlük Lizbon’daki Kalust Gülbenkyan Fonu, öğrencisi olduğum Jagiellon Üniversitesi Filoloji Fakültesi ve “Leh Halkı” Derneği’nin (Stowarzyszenia “Wspolnota Polska” ) yardımlarıyla Ksiegarnia Akademicka tarafından 2006 yılının ocak ayında Krakow’da basılmış.
Arka kapağından öğrendiğim kadarıyla Ermenice-Lehçe kısmında 5000, Lehçe-Ermenice kısmında ise 9000 kelime mevcutmuş. On-on beş sayfalık dil bilgisi girişleriyle başlayan kısımlar alışık olduğumuz sözlük formatında, bir sayfada iki sütun olmak değil, satır satır dizilmişler. Kitabı basan yayınevinin kitabevi Leh Kültürü tarihi adlı dersi gördüğümüz binanın köşesinde, şimdi buradaki sözlüğü daha fazla yıpratmadan gidip bir tane edineceğim. Ayrıca Andrzej Pisowicz tarafından hazırlanmış bir de “Ermeni Dili Grameri” adlı bir kitap daha varmış, bulabilirsem ne âla.


P.S "Jestem Ormianinem" (Yestem Ormianinem), Lehçede "Ben Ermeniyim" demek. Lehçe kursa başladığımız ilk günlerde hocamın doğru kelimeyi bulabilmek için birkaç saniye düşükdükten sonra bana öğretebildiği Polonya sınırları içerisinde herhangi bir tehlike arz etmeyen cümle. Biraz ekşisözlük cümleleri gibi oldu bu da ama silmeyeceğim.

10 Ocak 2009 Cumartesi

Krakow’da kitapsız geçen dört ay ve Ա’ın kuyruğunda beliren “anadil” sorunu üzerine


Başlığın uzunluğunu görüp korkmayın, bloga koyduğum diğer yazıların aksine (ve blog okuyucularının da talebi üzerine) kısa bir yazı olacak. Ayrıca başlığın uzunluğundan da William Saroyan taklitçiliği yaptığım da sanılmasın. Ayrıca başlıkta gördüğünüz garip şey otuz sekiz harflik Ermenice alfabenin ilk harfi. “Ա, ա” yani bildiğiniz “A, a”. “Ayp” diye telaffuz edilir, ismimde ilk büyük olmak üzere üç tane var: “Արարատ”. Bu örnek sayesinde Ermenice “r”lerden birini de tanıyabilirsiniz fakat “t” için acele etmeyin çünkü ismim Ermenice’de “d” ile yazılıyor.
Krakow’a geldim geleli kitap okuduğum falan yok. Önce Rober’in hediye ettiği Milan Kundera’nın Yavaşlık’ı, daha sonra blog yazılarında adımı sık sık geçirerek kendi çapımda (kötü de olsa) ciddi bir ün, şan, şöhret kazanmamda büyük pay sahibi olan oda-sınıf-yol/daşım Serdarhan Aksoy’un (Serdarhan yazılır “Serdaran” okunur) son yazısında bahsettiği Krakow’un ünlü sahafı Massolit’ten sadece 8 zloti’ye (5 tl.) satın aldığım Vera Alexandrova imzasını taşıyan 1964 basımı A History of Soviet Literature 1917-64 From Gorky to Solzhenitsyn adlı kitap ve daha sonra Nabokov’un Lolita’sı üç basamaklı rakamlar taşıyan sayfalarının bakir kalması gibi aynı acı kaderi paylaştılar hep. Zoya Pirzad’ın Işıkları Ben Söndürürüm’ünün sonunun da aynı olmaması için elimden geleni yapıyorum.
Her neyse, bugün yine Pirzad’ın kitabını raftan çekip almak üzere elimi uzattım ki hemen yanında duran “Huşer Arants Puşeru” adlı kitabı fark ettim. Dört aydır adam gibi bir şey okumadığımı yine uzun ve gereksiz cümlelerle ifade ettikten sonra zaten Ermenice bir şeyler de okumadığımı söylemeye hiç gerek yok. On dokuz yaşımda, bir cuma günü, akşam üstü konuşabildiğimin farkına vardığım, yirmimde sevmeye başladığım bu dili özlediğimi hissederek çekip aldım kitabı raftan. “Dikensiz Anılar” adından da anlaşılabileceği gibi bir anı kitabı. Hayatını eğitime adamış, senelerce İstanbul’daki Ermeni okullarında öğretmenlik yapmış, şimdilerde seksen yedinci yaşını Fransa’da süren Vahan Acemyan’ın anıları. Öğrenciliğini ve öğrencilerini, yaşadıklarını, gördüklerini, gezdiği yerleri yazmış Acemyan. Kitabın arkasındaki “İçindekiler” sayfalarından ilgimi çekebilecek bir kısım ararken üç ülke adı ilişiyor gözüme. Almanya, Belçika, Hollanda.
On altı günlük noel tatilimin on üçünü Almanya’da, üçünü ise Hollanda’da geçirdim. Merakla okumaya başlıyorum Acemyan’ın bu Benelux ülkeleri ve Almanya hakkında ne yazdığını. Önce Münich’te geçirdiği günlerden, Stuttgart yakınlarında bir köyde; Waiblingen’de sandviç almaya çalışırken satıcıdan işittikleri küfürleri ve karşılık vererek satıcıyı nasıl sindirdiklerini anlatmış Acemyan. Daha sonra da Almanya hakkındaki izlenimini özletlemiş: “Almanya taze tıraş edilmiş ve düzgünce taranmış saçlarıyla uslu bir öğrenci izlenimi bırakmıştı üzerimde.” (Çeviride hata olabilir, bu hoş görülmelidir!)
Ayrıca Hollanda ve Belçika’da geçirdiği iki kısa günün bu ülkeleri tanımak için yeterli olmadığını farkında olduğunu ekleyerek Belçika’dayken Gent’e giderek Taniel Varujan’ın, öğrenim gördüğü üniversitedeki büstünü de ziyaret etmenin bir “ahde vefa etmek”le eşit değer taşımış olacağını da ekiyor pişman harflerle.
Ne kadar acı Ermenice bilmeyenler için benim okuma şansına sahip olduğum bu güzel şeyleri okuyamamak, ve acaba kaç kat daha daha da acı Ermenice bilip de bunları okumamak.
Bundan iki veya iki buçuk sene evveldi. “Anadil”in ne olduğunu ve bir insanın kendi anadilini bilmesinin ne kadar önemli olduğunu açıklayan uzun bir makale okumuştum. Aslında anadilin insanın hangi milletten olduğuna bağlı olmadığını, anadili belirleyen temel unsurun kişinin doğup büyüdüğü ortamdaki egemen dilin olduğunu vs açıklıyordu. Aksini iddia eden düşünceler içeren yazılarla karşılaşana dek benim de düşüncelerim bu yöndeydi. Fakat şimdi, dört aydır Krakow’da tanıştığım insanlara Ermeni’yim fakat anadilim Türkçe demek hem bana tuhaf geliyor hem de onlar “ne saçmalıyor bu çocuk yahu” gibisinden bakıyorlar.
Aileleri, II. Dünya Savaşı öncesinde Leh toprağı olan ve savaş sonrasında Polonya’nın o bölgedeki bazı Alman kentlerini de içine alarak sınırlarını batıya kaydırması sonucu Belarus’a kalan topraklar üzerinde yaşayan birkaç Leh ile tanıştım Krakow’da. Leh olmalarına rağmen Belarusçayı çok daha iyi konuşuyorlar(mış). Tamam bu normal belki; fakat –eğer anadili milliyete göre belirliyorsak- anadilleri olması gereken Lehçeyi benim Ermeniceyi kullanabildiğimden belki beş kat daha iyi konuşmalarını neye bağlayacağız? Zaten ikisinin de Slav dili olmasına ve benzeşmelerine mi? Bana pek tatmin edici bir cevap gibi gelmedi.
Yazıyı bitirip buradaki derslerimi geçmek için yazmam gereken essay/makalelere dönsem iyi olacak. Anadil sorunu üzerine aklıma gelenleri paylaşmaya devam ederim belki.
P.S Artık Krakow'daki son günler, Leman Sam'ın da dediği gibi "yine yollar yolculuklar yine terk-i diyar" etmeye hazırlanan Türkiye gençliği arasında zaman geçirmek için oynanan ihale adlı popüler bir iskambil oyunu varmış, Dostoyevski veya Sardarhan Aksoy gibi sıkı bir kumarbaz olası geliyor insanın böyle zamanlarda ama, hiç de anlamam iskambilden falan...

6 Ocak 2009 Salı

Berlin

Berlin’e sabah 08:05’te vardım. Saat 19:45’te Krakow’dan hareket eden trenin yataklı vagonundaki 12 saatlik yorucu yolculuktan sonra bir de Berlin’i gezmek gözümde büyüyordu. Leh demiryollarının Avrupa’da pek hoş bir üne sahip olmadığını söylemek lazım. Fransız-Alman-İspanyol arkadaşlarımın sürekli olarak trenlerin eskiliği ve yavaşlığından söz ettiklerini söylemeliyim. Ucuzluğunu da göz ardı etmemek lazım tabi. 160€’ya satın aldığım interrail biletim sayesinde aslında 60€ olan Krakow-Berlin yataklı vagonuna sadece 12€ ödedim. Kompartıman altı yataklıydı. İkisi gece boyunca boş kaldı. Krakow’dan hareket ettiğimizde kompartımanda sadece ben ve üstümdeki yatakta yatan Japon çocuk vardı. Yaklaşık iki saat sonra tren Katowice’de durduğunda altımdaki ve onun karşısındaki yatağa bir Leh çift geldi. Arasıra trenin fren sesiyle uyandığımda birbilerine “kochanie, kochanie” diye seslendiklerini duyuyordum. “kocham cie”, “seni seviyorum” demek olduğuna göre “kochanie” de “sevgilim, aşkım” gibi bir şey olsa gerek. Varşova’da, Wisla nehri üzerindeki garip köprüye yakın bir yerlede, 40 yaşlarında bir kadının iki küçük çoğunun ardından “kochani, kochani” diyerek koştuğunu hatırlıyorum.
Tren yolculuğuma Zoya Pirzad’ın Işıkları Ben Söndürdüm’ünü okuyarak başladım. Sekiz aralıkta Şengen Vizesi başvurusunda bulunmak için Krakow’dan sabahın altısında bindiğim Varşova treninde okumaya başlamıştım bu kitabı. Herhalde pazartesi gecesi bineceğim Amsterdam treninde devam edip daha sonra da Köln’den bineceğim Prag treninde bitiririm.
Bugün gidip en yakın bilet gişesinden Amsterdam trenine rezervasyonumu yaptırdım. Krakow-Berlin trenine ödediğim 12€’luk yatak parası Amsterdam treninde birden bire 40€’ya fırladı. Berlinde kaldığım bu otel gibi hostele 10€ ödediğimi düşünüp 20€ ödedim ve yataksız vagona rezervasyon yaptırdım. Dokuz saatlik yolculuk biraz sancılı bir hâl alacak belki ama 20€’nun gözümde ne kadar büyüdüğü anlatamam.
Çantamı hostele bıraktıktan sonra resepsiyonda bulduğum free guide’lardan birinde Brandenburg’da başlayan bir free tour olduğunu gördüm. Aynı trenle Berline gelen ve saat üçe kadar Aachen’a gidecek olan trenini bekleyen Emre’yi arayıp Alexanderplatz dedikleri şehir merkezindeki Televizyon Kulesi’nin altında onunla buluştum.
Berlin metrosun tam bir arapsaçı. İstanbul “metro”suna alışık biri Berlin metrosunda yolunu bulmaya çalışırken birkaç saniyede bir durup derin derin nefes almazsa aklını kaçırabilir. Buluşma noktasına gidecek olan metroyu ararken turları düzenleyen rehberlerden biri elimizdeki haritadan nereye gitmek istediğimizi anladı ve kendisini takip etmemizin yeterli olacağını söyledi. Buluşma noktasında 150’ye yakın insan vardı. İngilizce-Fransızca-İspanyolca bilen altı kişilik takımı topluluğu 24-25’er kişilik gruplara ayırdılar. Rehberimiz zorlama esprilerle kendini komik göstermeye çalışan, ama işini de iyi yapan Amerikalı 25-26 yaşlarında bir çocuktu. Tura başlamadan önce “bu harika ingilizce aksanının” nereden geldiğini anlatan küçük bir girizgâh yapmayı ihmal etmedi. Mississipi’li olduğunu Berlin’i çok sevdiği için burada yaşamak istediğini ve buraya yerleştiğini söyledi. Turu Emre’nin Aachen’e gitmesi gerektiği için yarısına kadar takip edebildik. Doğrusunu söylemek gerekirse iki saat boyunca rehberin ne anlattığını anlamaya çalışmak çok yorucuydu. Amerikalılar bazen çok bencil olabiliyorlar, gruptaki 24-25 kişinin yarısından fazlasının anlattıklarının çoğunu anlamadıklarına eminim. Hatta orta yaşlı birkaç kişi 45-50 dakika sonra rehberin anlattıklarıyla ilgilenmeyi bırakmış, sadece gezilen yerleri izlemeye başlamışlardı. Bütün bunlara rağmen artist rehberimiz “wall”a “woo”, “door”a “doo” demeyi sürdürdü arsızca. Ben mecbur muyum senin Amerikancanı anlamaya? Hatta Amerikalıların bu duruma uygun düşecek çok da güzel bir lafları vardır ama neyse.
Buluşma noktamız Almanların Brandenburger Tor dedikleri Brandenburg Kapısı’nın önündeki Paris Meydanıydı. Berlin’in bu en önemli meydanlarından birinin adının Pariser Platz (Paris Meydanı) olmasının sebebi meydanın sol köşesindeki Fransız Konsolosluğu olsa gerek. Fransızların hemen çaprazında ise Amerikalılar sanki ne katakulli yapar da şu meydanın adını New Yorker Platz yaparız dercesine konuşlanmış vaziyetteler. Hemen eklemek gerekir ki bu konsoloslukların İstanbul’dakilerle hiçbir benzerlikleri yok. Ne Varşova’dakiler ne de Berlin’dekiler öyle kale gibi falan filan değil. Meydanın diğer köşesinde “Hotel Adlon” var. Rehberimizin uyarısıyla birkaç yıl önce televizyonda gördüğüm bir görüntüyü hatırladım. Michael Jackson’un elinde tuttuğu küçücük bir çocuğu balkondan aşağı sarkıtıyor. Bu olayın gerçekleştiği balkonu gördüğümde sanki o anı yaşıyormuş gibi hissettim. Bu otel Berlin’deki en ünlü otelmiş ve yanılmıyorsam sıradan bir odasında konaklamak için geceliğine 2000€ ödemeniz gerekiyormuş (kahvaltı da hariçmiş). Yazıyı yazarken de bir gazetenin internet sayfasında gördüm, Jackson ölüm döşeğindeymiş.
Bir sonraki durağımız Berlin’in ünlü Yahudi Anıtı oldu. Bu anıt şehrin merkezine birkaç yüz metre uzaklıktaki boş bir alana oturtulmuş. Kocaman bir meydan, başta gördüğünüzde yan yana dizilmiş tabutlarmış gibi geliyor insana. Uzun-kısa, büyük-küçük. Mantıklı da hani, milyonlarca Yahudi öldürülüyor Nazilerin toplama kamplarında. Fakat rehberimizin anlattığına göre anıtın yaratıcısı kendisine bu taş mermerlerin ne anlama geldiği sorulduğunda, “gören ne anlıyorsa o” cevabını vermiş. Yani ister büyüklü küçüklü tabutlar olarak görün o mermerleri ister savaşa giden askerler…
Anıtın dikildiği meydanın bulunduğu yer önemli; öyle ki meydanın doğu yanında, sadece 300 metre uzaklıkta Almanya’nın kalbinin attığı nokta olan parlamento binası var, batıya kafanızı çevirdiğinizde Berlin’in en önemli finans merkezlerini görüyorsunuz. Anıtı iş adamlarının ve milletvekillerinin, işlerine ve parlamentoya gidip gelirlerken hergün geçtikleri yolun kenarına dikip onları hergün bu anıtı görmek zorunda bırakmak kurnazca bir hareket olsa gerek (rehberimiz bu durumun komikliğinden bahsediyordu). Bu ünlü Yahudi Anıtı’nın 50 metre kuzey doğusunda ise zemini toprak olan (yağmur yağdığından o gün çamur olmuştu) bir otopark var. Rehberimiz bizi otoparkın yanında durdurduğunda 20 dakika boyunca orada kalıp bu otoparkın altında Hitler’in son günlerini geçirdiği sığınak hakkında konuşacağımızı tahmin edemezdim tabi. Bilindiği üzere, efsaneye göre Hitler intihar kararını da bu ünlü sığınakta almış ve kafasına kurşunu sıkmadan önce yanındaki askerlere kendisini sığınaktan dışarı çıkarıp yakmalarını emretmiş. Hitler akıllı bir adamdı tabi ki, cesedinin Moskova sokaklarında ibret-i alem olsun diye sürüklendirilmesini engellemiş oldu (efsane gerçeği buyuruyorsa eğer). Bir diğer yandan, rehberimiz henüz yeni ölmüş bir vücudu ateşe verip onu küle çevirmenin 64 saat sürdüğünün bilimsel olarak kanıtlanmış bir şey olduğunu, Sovyet orduları Berlin’e birkaç saat uzaklıktayken askerlerin Hitler’in emrettiği üzere cesedi gaz döküp kül olana dek yakamamış olabilecekleri ihtimalinden de söz etti. Ve tabii ki Hitler’in aslında hiç intihar etmemiş ve dünyanın başka bir köşesinde hayatını yıllar boyu sürdürmüş olabileceği ihtimalini de unutmamak lazım. Hitler ilginç bir kişilik, hakkında okuduğum makale bir kitaptan da söz etmek isterdim ama şimdi ne blog okuyucusunu sıkmaya ne de bu güzel şehri anlatacak olan satırlardan çalmaya lüzum yok.
Türk Mahallesi ve Kreuzberg
Berlin’in en güzel semtlerinden birinin Kreuzberg olduğunu işitmiştim. Yetmiş iki milletten insanın yaşadığı bu semtteki en önemli mahallelerden biri de Türk mahallesi. Emre’nin trenine iki saatimiz vardı ve kendisi bana Türk mahallesini görmek istediğini söyledi. Aslında planım burayı yarım saat içinde öylesine gezmek değil, daha fazla zaman ayırarak, sadece ana caddelerinde değil, biraz da ara sokaklarına sızarak buradaki Türklerin nasıl yaşadıklarını birkaç saatliğine de olsa gözlemlemekti. Türk mahallesine şehir merkezinden metroyla ulaşmanız 15-20 dakikanızı alıyor. Burada yaşayan Türklerin buraya “Küçük İstanbul” dediklerini okumuştum wikipedia’da. Metronun pek tekin bir yer olduğunu söyleyemeyeceğim. Öyle ki Türk mahallesinin meydanına çıkmak için indiğimiz Kottbuser Tor metro istasyonundaki tipleri (ellerindeki ucuz bira şişelerinin aslında tehlike anında yanlarındaki korkunç köpeklerin havlamaları eşliğinde kafanızda paramparça olduğunu hissedebileceğinizden Türkçedeki “tırsmak” fiiline bütün gücünüzle sarılıp “tabaları yağmalak” birleşik fiiline soyut bir köprü kurmanıza neden olabilecek tiplerden bahsediyorum ey okuyucu) kolay kolay unutamayacağım. Eklemek gerekir ki bu tipler Türk değildi; çünkü hiçbir Türk bu kadar korkunç olamaz.
Meydandaki Tadım Kebap Salonu’nda yediğimiz döner dürümün tadı Taksim’de herhangi bir dönercide yediğiniz dönerin tadıyla aynıydı. Hatta artık İstanbul’a olan özlemimden mi yoksa burada etin içine kattıklarını söyledikleri domuz etinden mi olsa gerek biraz daha lezzetliydi bile! Boynumdaki fotoğraf makinesinden anlamış olacak kasada duran 30 yaşlarındaki (konuştuğu Türkçe ağzı Doğu Anadolu kokuyordu sanki) genç adam Türkiye’den tatil için mi geldiğimizi, okuyup okumadığımızı falan sordu. Dürümün yanında Türkiye’den yeni gelmiş yoğurttan yapılmış olan açık ayrandan isteyip istemeyeceğimiz sorusuna aldığını hayır cevabıyla biraz hayal kırıklığına uğradığını görünce en azından kapalı ayran içip hatamızı telafi etme gereği duyduk. Salonun duvarlarına asılı İstanbul ve Türkiye posterlerine bakarken camekanın diğer yanında ellerindeki market poşetleriyle evlerine dönen türbanlı kadınların aslında bana çok tanıdık bir görüntü oluşturduklarını fark ettim. Öyle ki üç buçuk ay boyunca Polonya’da tek bir türbanlı kadın bile görmemiştim.
Marx-Engels Heykelleri
Marx ve Engels’in kim olduğunu anlatmaya gerek yok. Bilmeyen varsa zaten ekranın sağ üst köşesindeki “x”ya tıklasın usulca. Bu iki düşünürün Berlin’in göbeğinde birbirlerine 15 cm arayla yerleştirilmiş iki devasa heykellerinin olması güzel. Marx bütün ağırlığıyla oturuyorken neden Engels’in ayakta durmak zorunda olduğunu anlamak zor. Ayrıca bu iki büyük düşünürün hayatlarının sonuna dek orada dönüp duran dönmedolabı hemen yanıbaşında yükselen bir kilisenin çan kulesini ve Berlin’in simgelerinden olan çirkin Televizyon Kulesi’ni izlemek zorunda olmaları ise acı. Berlin dalga mı geçmiş, saygı mı göstermiş, iki kere düşünmek lazım. Fakat kesin olan bir şey varsa o da şudur: Almanlar bizim gibi alakalı alakasız her köşeye aynı heykeli dikecek kadar saftrik değiller.
Berlin Duvarı
Free Tour’daki duraklardan biri de meşhur Berlin Duvarı’ydı. Duvar yıkılalı yirmi sene olacak neredeyse, birkaç yer dışında pek bir şey kalmamış tabi. Sovyetlerin “bir gece ansızın” dikivererek Berlin’i Doğu ve Batı Berlin olarak ikiye böldüğü bu Utanç Duvarı artık Berlin’in en önemli pazarlama malzemesi haline gelmiş. Hediyelik eşya mağazalarının baş köşesine oturan “orijinal duvar parçaları” en dikkat çeken nesnelerden biri.
Bu duvar çok şey anlatır insanlara, yine insanlığa dair. Doğu Berlin’deki baskıcı Sovyet rejiminden kaçıp Batı’ya, “özgür dünya”ya ulaşmak isteyenlerin Duvar’ın üstündeki dikenli telleri canlarını acıtacak, etlerine batarak kanatacak dikenli teller olarak görmeyip özgürlük için, daha rahat bir yaşam için var güçleriyle tutunup Duvar’a tırmanırken kullanabilecekleri bir ip olarak düşünmelerini hayal edin bir. Avuçlarına batan dikenlere aldırış etmeden kendilerini Duvar’ın öte yanında atmaya çalışırlarken üzerlerine doğrultulmuş namlulardan fırlayan kurşunların vücutlarını dikenli tellerden aşağı cansız halde asılı bırakışını… Duvar’ın söyleyecek çok sözü olacak daha, anlayana yani.
Duvar’ın görünüşüne gelirsek, önceden internette bir yerlerde fotoğrafını görmeyen biri “Bu muydu yani!” diyebilir; çünkü genelde insanlar rehberimizin de dediği gibi Çin Seddi gibi bir şeyler karşılaşmayı bekliyorlar. Uzunluğu belki iki buçuk metre vardır, kalınlığı ise belki 7-8 cm olabilir. En azından benim gördüğüm kadarı böyleydi. Ayrıca Sovyetler dikenli telleri bir süre sonra söküp Duvar’ın tepesine içinden elektrik akımı geçen bi düzenek oturtmuşlar. Aslında düzenek falan değil bu yarı çember gibi bir şey ama doğru kelimeyi bulamadım, merak eden resme baksın.
Duvar’ın bazı parçalarını şehrin çeşitli yerlerinde üzerlerindeki sanat eseri grafitilerle görmek mümkün. Hatta kaldığım hostele yakın bir yerlerde sadece bu grafitili duvar parçalarının sergilendiği bir yer olduğunu görmüştüm haritada fakat fırsat bulup gidemedim. Zaten grafitilerden de pek hoşlandığım söylenemez.
Pergamonmuseum – Bergama Müzesi
Berlin’de birçok önemli müze var. Varşova ziyaretimden aslında bir gün içinde çok fazla müze gezmenin pek de sağlıklı bir şey olmadığını anladım. İnsanın sadece bakması yetmiyor, baktığını görmek bazen hayati bir rol bile üstlenebilir. Öyle ki Berlin’de ve daha sonra gideceğim şehirlerde çok fazla müze gezip hiçbir şey anlamamayı, daha az müze gezip en azından bir şeyler anlamaya tercih ettim.
Şehirdeki en önemli müzelerden biri Bergama Müzesi. İsim tanıdık mı geldi? Müzenin en önemli “parça”sı müzeye adını veren Bergama Krallığı’nın ünlü altar. Bu paha biçilmez tarihi eser sanırsam I. Dünya Savaşı yıllarında Anadolu’dan Almanya’ya getirilmiş. Herhalde Osmanlı’nın içerde yapacak çok daha önemli işleri vardı ki pek ilgilenemedi bu konuyla. Altar’ı görmek için kapıda 12.5€ gibi cüzi bir ücret ödemem gerekti, ki bu da Berlin’in diğer müzelerine “zaman” ayıramamamda büyük etken oldu. Almanya’da hoşuma giden en önemli şeylerden biriyle Bergama Müzesi’nde de karşılaştım. Türkçe’yle! Madalyonun öteki yüzü ne anlatır bilemem ama görünüşe göre Almanlar bazı şeyleri çok aşmış insanlar olarak ülkelerinde yaşayan azınlıklara, onların kültür ve dillerine saygı göstermeyi biliyorlar. Müzeye girerken elime telsiz gibi bir şey tutuşturdular, bir de kulaklık tabi. Müzeyi anlatan bir rehberin sesinin kayıtlı olduğu bu aleti veren Alman kız içinde mevcut olan dilleri ve tuşlamam gereken kodlarını söyledikten gülümseyerek bir de müzenin planınını uzattı bana. Üst kattaki İslam Sanatları Müzesi’ni ve Antik Yakındoğu Müzesi’ni de gezmeyi ihmal etmedim. Bu müzelerdeki eserler hakkında bilgi edinmek istiyorsanız İngilizce bilmeniz gerekiyor çünkü Türkçe açıklamaları yok. Zaten İngilizce bilmiyorsanız asla tam bir adam olabilme şansınız yok Avrupa’da. Halep Odası ve İşhar Kapısı Müzedeki diğer önemli eserler. Ayrıca Yunan’lardan kalma devasa antik sütunlar japon olduklarını düşündüğüm uzak doğulu turistler için etkileyiciydiler. Bense Almanların ruhaflığı karşısında şaşkındım. Bizim yolda görsek dönüp bakmayacağımız taş parçalarını özene bezene getirip müzelere koymuşlar.
Berlin’de Alman mutfağına özgü bir şeyler yeme şansım olmadı. Fakat her akşam Amerikan mutfağının tanıdık tadları beni yalnız bırakmamıştı. Şehirde güzel manzaralı bir Mcdonald’s var. 6€’ya aldığınız menünüzü yerken şehrin göbeğindeki çirkin Televizon Kulesi’ni izleme şansına sahipsiniz. Haftanın üç günü bu iğrenç hamburgeri yemekten sıkılmadım desem yalan olur, artık ısırırken kusacakmışım gibi hissediyorum çünkü!
Almanların nasıl insanlar oldukları konusunda aceleci davranıp yanlış şeyler söylemek istemiyorum! Berlin’e geldiğim ilk gün hostelimi bulmaya çalışırken metrodan çıkıp bana eşlik ederek benzin istasyonundaki çalışanlara ve taksi şöförüne yolu sorarak hosteli bulmama yardım etmeme yardım eden elli yaşlarındaki beyaz top sakallı, gözlüklü, hafif kilolu adam da Almandı; Bergama Müzesi’nde uzattığım fotoğraf makinesini eline almaya bile tenezzül etmeyen adam da. Almancanın kulağa pek de hoş gelmeyen bir melodisi olduğu açık fakat yine de buna sarılarak Almanları “kaba” olarak tanımlamak da pek doğru olmayabilir.
Zafer Anıtı ve Alman Parlamentosu
Zafer Anıtı (Victory Column) Parlamento’dan ve ünlü Brandenburg Kapısı’dan hemen hemen bir kilometre uzaklıkta. Eskiden Parlamento’nun önündeki geniş meydanda olduğunu okumuştum, bir gün Hitler’in kafası bozulmuş, götürün bunu uzak bir yerlere dikin demiş. Otuz beş ton az değil tabi, götüre götüre anca o kadar uzağa götürebilmişler. Berlin’i 70 metre yükseklikten görmenin en ucuz yollarından biri olsa gerek, tepesindeki küçük terasa çıkmak için sadece 1€ ödüyorsunuz. Çıktığınız 285 basamaktan sonra hayal kırıklığı. Berlin’in öyle aman aman görülesi bir manzarası yok; zaten bu yüzden 15€ verip ünlü televizyon kulesine çıkmadım. Heinrich Strack'ın eseri bu anıtı 1864’te Prusya’nın Danimarka’ya karşı elde ettiği zaferi ölümsüzleştirmek için dikmişler, Victoria (Victory) Roma Mitolojisi’ndeki zafer tanrıçası, Yunan Mitolojisi’ndeki karşılığı tanrıça Nike imiş.
Berlin’de herhangi bir ücret ödemeden girebileceğiniz tek bina Alman Parlamentosu (Deutscher Bundestag) olmalı herhalde. Berlin’deki son saatlerimden birini Parlamento kapısının önündeki uzun kuyrukta geçirdim. Meclis, bayrak meraklısı falan olduğumu sanmayın, Alman Parlamentosu’nun önemli bir özelliği var. İki-üç derece sıcaklıkta kapıdaki uzun kuyrukta bekleyip içeri girebilme başarısını gösterirseniz bina girişinin iki yanına kurulmuş asansörlerle yapının tepesindeki terasa çıkarılıyorsunuz. Almanlar binanın terasına bir küre oturtmuşlar. Kenarlarındaki iki yoldan kürenin tepesine çıktığınızda Alman Parlamento’su ayaklarınızın altında demektir artık. Mantık şu: Aşağıda milletvekilleri ne ederiz, nasıl yaparız da Almanya’yı daha güzel günlere getirebiliriz diye tartışırlarken siz binanın tepesindeki bu kürenin içinden onları izliyorsunuz. Şeffaflık var, huzur var. Nasıl ama, güzel değil mi?
Gedaechtniskirche
Anlamı “hatırlatma kilisesi”. Batı Berlin’de bulunan bu kilisenin adı savaştan sonra değiştirilmemiş, yani orijinal ismi. Kaiser Wilhelm Gedächtniskirche olarak da bilinen kilise II. Dünya Savaşı sırasında ciddi hasar almış. Savaş sonrası sadece ayakta kalabileceği kadar tadilat gördükten sonra yıkık haliyle bırakılmış. Hatırlatma Kilisesi Almanya’nın başkenti Berlin’in orta yerinde duruyor savaşı, vahşeti, barbarlığı hatırlatmak için. Yanından geçerken durup duvarlarındaki kurşun izlerine baktım uzun uzun, içine giremedim sanırım o gün ziyarete kapalıydı.

P.S Avrupa seyahatime çıkarken blog yazılarımı her akşam düzenli olarak yazmak üzere dizüstü bilgisayarımı da yanıma almıştım. Doğrusunu söylemek gerekirse tam bir aptallıktı bu. Günde 8-9 saat şehir gezdikten sonra insanda yazacak hal kalmıyor. Bu uzun Berlin yazısına Berlinde başladım, Amsterdam yolunda ve daha sonra Bonn’da bir fakültenin kütüphanesinde devam ettim ve şimdi Krakow’da bitirdim. Öyle ki Amsterdam-Köln-Bonn güzide blogumuzda yer alabilmek için biraz bekleyecekler gibi gözüküyor. Hep Avrupalılar bizi bekletecek değiller ya!