28 Ekim 2008 Salı

Krakow’da bir komünist kafe “Propaganda”

Geçen Pazar akşamı nereye gidelim ne yapalım diye düşünüp duruyorduk ki aklımıza arkadaşlarımızdan defalarca methini duyduğumuz Krakow’daki en meşhur “komünist kafe” Propaganda geldi. Yurttan çıkıp Kazimierz’deki kafeye havanın soğukluğuna aldırmadan üç kilometre kadar yürüdük. Arkadaşlarımızın gitmekten keyif aldıklarını bildiğimiz mekana girerken belki Çav Bella’yı veya en azından Enternasyonal’i duymayı beklerken Lehçe bir rock-rap şarkının introsuyla karşılanıca şaşırmadık desem yalan olur. Kahvelerimizi hazırlayan barmenin gözleri saat henüz sekiz olmadan kaymaya başlamıştı. Sanırım kafenin alt katı da var fakat kapalı olduğu için aşağı inemedik. Eski masalar, sandalyeler, kafenin arka tarafına yerleştirilmiş büyük eski koltuklar, kenara köşeye rastgele konmuş sovyet yapımı eski radyolar, Ekim Devrimi; Bir Mayıs, Lenin, Stalin posterleri, bir Sovyet askerinin rengi atmış üniforma ve şapkası, paslanmaya yüz tutmuş madalyalar, rozetler… Krakow’a yolunuz düşerse gelişigüzel yaratılmış bir “konsept kafe”de bir iki saatliğine de olsa “komünist” olmak, ya da “gibi hissetmek” için uğrayabilirsiniz. Ben pek hoşlanmadım.

20 Ekim 2008 Pazartesi

Krakow’da “İstanbul: Hatıralar ve Şehir” ve Lehlerin kitap okuma alışkanlıkları üzerine

Herhalde o zamanlar piyasaya yeni çıkmış olacaktı ki Krakow’daki ilk günlerimde “Nobel ödüllü Türk yazar…” gibi bir cümleyle süslenmiş sütlükahve rengindeki büyük posterler eşliğinde büyüklü küçüklü her “Księgarnia”nın (Kşengarnia, kitabevi) baş köşesine üst üste yığılmış olarak görüyordum onu. “İstanbul: Hatıralar ve Şehir” Orhan Pamuk’un yaklaşık iki ay önce piyasaya sürülen “Masumiyet Müzesi” adlı aşk romanından önce çıkarttığı son kitabı. Pamuk’un 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmış olması Lehlerin de bir “Orhan Pamuk” harekâtı düzenlemesinde etkili olmuş ki “Kar”, “Benim Adım Kırmızı”, “Yeni Hayat” adlı romanları sekiz ay içinde (05.2007-01.2008) art arda çevirip piyasaya sürmüşler. Türkiye’de 2003 yılında piyasaya sürülen Pamuk’un Lehçedeki dördüncü ve son kitabı “İstanbul: Hatıralar ve Şehir” karton kapak ve ciltli olmak üzere iki seçenekle sunulmuş okuyuculara. Karton kapaklının kitabevlerindeki raf fiyatı 38, ciltlininki ise 44 zloti (yani yak. 25ytl), bazı kitap satış sitelerinden online sipariş vererek Türkiye’de olduğu gibi kitabı biraz daha ucuza elde etme şansınız var. Pamuk’un Lehçeye çevrilmiş diğer kitaplarında da olduğu gibi kitabın isminde değişiklik yapılmamış (Stambuł. Wspomnienia i miasto). Fakat diğer dillere çevrilen Türkçe kitaplarda da gözlemlediğim üzere kitapların Türkçe baskılarındaki kapakları kullanılmamış. Birkaç yıl önce yadırgadığım bu durumu şimdilerde gerekli görüyor olmam farklı kültürlerin farklı algıları olduğunu az da olsa anlayabilmiş olduğumun göstergesi olabilir mi acaba! Lehçe kitap satış sitelerinde ve kitapevlerinde gezinirken Leh yayıncılığında kitapları karton kapaklı ve ciltli olarak piyasaya sürmenin yaygın bir uygulama olduğunu da görmüş oldum. Bir milletin kitap okuma alışkanlığının olup olmadığını otobüslerde, metrolarda, tramvaylarda kitap okuyup okumadıklarına bakarak anlayabileceğimizi iddia eden bir yazı okuduğumu hatırlıyorum, bu tezden yola çıkarak Lehlerin kitap okuma alışkanlıkları hakkında olumlu veya olumsuz bir teşhis koyabilmenin pek mümkün olmayacağı açık, zira en uzun otobüs veya tramvay yolculuğunuz 25-30 dakika sürüyor bu şehirde. Fakat kiraların çok fazla olduğunu düşündüğüm cadde ve meydanlardaki kocaman dükkanlardan en az birinin ağzına kadar kitap dolu bir kitabevi olduğunu görmek buradaki kitap okuma alışkanlığı hakkında tahmin yürütmeyi kolaylaştırıyor olsa gerek. Birkaç ay sonra İstanbul’u özlemeye başladığımda herhangi bir kitabevine gidip bir adet “Stambuł. Wspomnienia i miasto” satın alıp içindeki resimlere bakacağım, her ne kadar 30-40 yıl önceki İstanbul'u görecek olsam da kafamda bir şeyler canlanır belki.

16 Ekim 2008 Perşembe

Tadeusz Kosciuszko Mound

Pazar günü havanın güzelliğini fırsat bilip Krakow’un en yüksek dört tepesinden biri olan Kościuszko Tepesi’ne (Kopiec Kościuszki, Kosciuszko Mound) gitmeyi planlayan Belçikalı arkadaşlarımızın davetine icabet ettik. Daria ve Annelies Belçika’nın Flaman Bölgesi’nin başkenti Leuven’de Leh ve Rus Dilleri ve Kültürleri üzerine çalışıyorlar.
Kosciuszko Mound Lehlerin 1820-23 yıllarında milli kahramanları Tadeusz Kosciuszko anısına inşaa ettikleri yapay bir tepe, bir yığın. 1775-83 Amerikan Bağımsızlık Savaşı’ında (American War of Independence) savaşmış muzaffer bir albay olan Tadeusz Kosciuszko (Andrzej Tadeusz Bonawentura Kościuszko 1746-1817) Amerikan vatandaşlığına kabul edilmiş ve rütbesi tuğgeneralliğe yükseltilmiş. Amerikalıların da milli kahraman olarak gördüğü Kosciuszko’nun Philadelphia’daki evi hâlâ ayakta ve başta Boston ve Detroit olmak üzere Amerika’nın çeşitli eyaletlerinde adının verildiği caddeler, sokaklar ve parklarla, adına dikilmiş heykelleri ve anıtları bulunmaktaymış. Leh kaşif Paweł Edmund Strzelecki Avusturya’nın en yüksek dağına Kosciuszko Dağı adını vermiş. General Kosciuszko’nun Lehler için adına bir tepe dikecek kadar önemli olmasının nedeni ise 1794 yılında Rus Çarlığına karşı Leh direnişini örgütlemiş olmasıymış.
Tepenin hemen bitişiğinde neogotik tarzda inşa edilmiş bir şapel var (Bronisława Chapel). 33 metre uzunluğundaki Kosciuszko yapay-tepesinin deniz seviyesinden yüksekliği 326 metre. Tepeye çıkmak için öğrenciyseniz 4, değilseniz 6 zloti (3.5ytl) ödemek zorundasınız.
Krakow’un cetvelle çizilmiş sokaklarını, geniş, ferah caddelerini, yemyeliş park ve bahçelerini 326 metre yükseklikten izlerken aklınıza İstanbul’u getirmemeye çalışmanız gününüzün geri kalanını iyi geçirmenize yardımcı olacaktır.

15 Ekim 2008 Çarşamba

Krakow’da “Ararat” Olmak

Öncelikle hiç kolay olmadığını söylemekle başlamalıyım. Anlamakta en çok güçlük çekenler Almanlar oluyor, fakat bir kez anladıktan sonra bir daha yanlış telaffuz etmiyorlar. Anlamakta en çok zorlananlar listesinin ikinci sırasını Türk arkadaşlar işgal etmekte. Üçüncü ve en son sıraya Fransızları ve İspanyolları yerleştirebiliriz. Belçika, Finlandiya, İsveç, Norveç, İtalya, Yunanistan vs. gibi ülkelerden gelen arkadaşların anlamakta çok da fazla zorluk çektikleri söylenemez. “My name is Ararat” dediğimde “Oo the mountain!” tepkisini aldığım yedi kişinin beşi Alman ikisi Fransız. Leh arkadaşlarınsa ne dağdan haberleri var ne de doğru düzgün telaffuz edebiliyorlar. Ama çözüm kolay, bundan böyle ilk tanışma anında “Ararat” diyecek olsam da tekrarlamak zorunda kalırsam fazla ısrarcı olmadan “Ara” demekle yetineceğim.

8 Ekim 2008 Çarşamba

ŻACZEK

Dün İstanbul’a dönene dek yaşayacağımız yeni yurdumuza kayıt yaptırdık. Yurdun adı Zaczek. İlk “z”nin üzerinde nokta var ve “Jaçek” olarak telaffuz ediliyor. Kurs boyunca kaldığımız yurtta tanıştığım fransız bir arkadaşım transfer olacağımız yurt binasının sovyet döneminde hapishane olarak kullanıldığını söylediğinde gerçekten şaşırmıştım. Ne var ki Zaczek’ten içeri adımınızı atar atmaz anlıyorsunuz nereye düştüğünüzü. Dar ve basık koridorlar, hücreden bozma odalar…
Krakow’daki dört öğrenci yurdundan biri ve şehir merkezine en yakını olan Zaczek iki kısımdan oluşuyor: yeni ve eski kısım. “Stary Zaczek” dedikleri eski Zaczek’teki yeniden dekore edilmemiş odalar gerçekten köpek bağlasan durmaz dedikleri türden. Dekore edilmiş odalar ise yaz sezonunda yurtta konaklamak isteyen turistlere tahsis edilen banyolu, mutfaklı ve mobilyalı odalar. “Nowy Zaczek” dedikleri, benim de yaşadığım yeni bölümde ise her katta iki banyo ve yalnızca tek mutfak bulunuyor. Bu kısımdaki odalar genellikle iki kişilik, odanızda lavabonuz, gardrobunuz, yataklarınız ve masalarınız var. Zaczek’te günlüğüne 100 zloti (55ytl) ödeyip yeni odalarda kalan turist olmakla 10 zloti ödeyip eski ve kısmen yeni odalarda kalan bir öğrenci olmak arasında ciddi farklılıklar var sanırsam. Perde, çarşaf, yastık kılıfı vs. gibi ihtiyaçlarınızı karşılayacağınız “magazyn” dedikleri depoda pek hoş karşılanmadığınız gibi internet kablosunu bir buçuk metreden daha uzun isteyip büyük havlu elde edebilme şansınız yok.
Serdar’la birlikte yurda kayıt yaptırırken daha önce de konuştuğumuz gibi ayrı odalarda kalma kararımızı kaydımızı yapan güzel leh arkadaşa belirttik. Oda arkadaşımızın İngilizce bilen bir fransız veya alman olabileceğini, bizim için önemli olanın oda arkadaşımızın İngilizce konuşuyor olmasının olduğunu da söyledik. Ertesi gün uyandığımızda ikimizin de yanında İngilizce konuşamayan iki leh çocuk vardı. Benim oda arkadaşım Şimon (Szymon) günde 5-6 saat notebookunda strateji oyunları oynayan, konuşmayı sevmeyen depresif bir tipti. Serdar’ın oda arkadaşı Yaçek’in ise (Jacek) konuşurken kekeleme sorunu vardı. Hal ve tavrından anladığımız kadarıyla ilerizekâlı olan bu arkadaşın sanırım ufak bir torpille banyolu odalara transfer olmasından yararlanarak soluğu Serdar’ın odasında aldım. Ayrı odalarda kalma fikrinin temelini oluşturan oda arkadaşıyla İngilizce konuşma hayallerimizi gömmek zorundayız.
Çamaşır yıkamanın ciddi bir sorun haline gelebileceğini aklımın ucundan geçirmemiştim hiç. Zaczek’te yedi makine kapasiteli küçük bir çamaşırhane var. Deterjan ve yumuşatıcınızı sol, kirli çamaşırlarını da sağ elinize alıp çamaşırhanenin yolunu tutuyorsunuz. Tabii ki bir gün öncesinden makineye rezervasyonunuzu yaptırıp 2 zloti (1.1 ytl) ödemişsinizdir. Çamaşırlarınızı teslim etmek ve teslim almak için dört zaman seçeneğiniz mevcut. 07:15, 19:00, 21:00, 23:00. Sadece gece on birde boş makine bulabildiğim için iki gün üst üste sabah saat 07:10’da uyanıp dilimde oy akşamdan ışıktır yaylalar yaylalar bizim oğlan aşıktır dilo dilo yaylalar türküsü, içtimaya gider gibi çamaşırlarımı teslim almaya gitmek zorunda kaldım. Kurutma meselesiyse ayrı dert, çamaşırlarınızı asabileceğiniz çamaşır edevatını çamaşırhaneden iki günlüğüne ödünç alabiliyorsunuz. Zaten üç metre genişliğindeki odaya bir de onu soktuğumda hareket edecek alan kalmadığını uzun uzun anlatmaya gerek yok. Her neyse, Zaczek’te çamaşır yıkamaya çalışmanın bana öğrettiği en önemli iki şey: 1- sabah 07:15’te eski bir cezaevinin avlusunda tir tir titremek, 2- yayanızın kıymetini daha iyi bilmek…

Kazimierz'deki Bit Pazarı ve Wisla Nehri

Krakow’da hava iki haftadır hiç olmadığı kadar güzel. Kafamda hep kar ve yağmurla bağdaştırdığım bu şehirde güneşi gördüğüme ne kadar sevindiğimi anlatmaya çabalamak gereksiz olacaktır.
İkinci Dünya Savaşı’na dek Krakow’da çok ciddi bir Yahudi nüfusun yaşadığını biliyordum. Şehrin “Yahudi Mahallesi” olarak bilinen Kazimierz bölgesini iki haftadır çok fazla gezme şansı bulduğum söylenemezdi. Sabah Alman arkadaşlarımız Nadin ve Lisa yurdu terk edip iki Yunan kızla kiraladıkları evlerine taşınmak zorundalardı. Eşyaları taşımalarında yardım ettikten sonra hep beraber tramwaya binip haftasonları şehrin bit pazarının kurulduğu meydana gittik. Pazar yan yana kurulmuş iki parçadan oluşuyor, dar uzun olan küçük kısımda daha çok eski para, kolye, gümüş yüzükler tabaklar aynalar vs. satılırken kare şeklindeki pek de büyük olmayan meydana kurulmuş ana kısımda daha çok kazak-palto-tişört-çikolata vs. gibi şeyler satılıyor. “Bit pazarı bir şehrin kalbinin attığı yerdir” gibi bir laf anımsıyorum, Krakow’un kalbinin attığı yerse bit pazarı falan değil, kafeler, restoranlar, müzeler, konserler…
Bit pazarın gezdikten sonra Serdarla birlikte Wisla nehrine yöneldik. Bit pazarına beş dakika yürüyüş mesafesineki Wisla kıyısında yaklaşık iki kilometrelik uzun bir yürüyüşe çıktık. Öncelikle Wisla’yı Lehlerin “Wisua” olarak telaffuz ettiklerini söylemek lazım. “Wisla” yazarken kullandıkları “l” harfi çizgili v Lehçe alfabede ses karşılığı “u”. Yürüyüş boyunca beş tane köprü gördük ve hemen belirtmeliyim ki her biri birbirinden şekilsiz ve çirkin köprülerdi. Krakow’un havasını bozan şeyleri sıralamaya kalksak herhalde ilk olarak Wisla üzerindeki köprüleri söylememiz gerekir. Şehir merkezini Kazimierz bölgesine bağlayan Grodzka caddesini takip ederseniz Kazimierz’in içinden geçip nehrin üzerindeki en hoş görünümlü köprüye varıyorsunuz, nehir kıyısındaki yürüyüş yolundan (yolun dörtte biri bisikletlere ayrılmış) sola doğru yürüdüğünüzde karşınıza nehre nazır kurulmuş ve hâlâ inşa edilmekte olan birkaç küçük alışveriş merkezi çıkıyor. Nehrin öte yanındaki bölümde bulunan birkaç tarihi bina ve kilise ise uzakta kaldığınızdan dikkatinizi çekmiyor. Çirkin alışveriş merkezini ve büyük sinema salonunu görüp geri döndük ve bu kez ters yönde yürümeye başladık. Yaklaşık bir buçuk kilometre sonra sağ yanınızda Leh İmparatorlarının ikametgahı Wawel Castle ve etrafındaki birkaç ilgi çekici sanırım altı veya yedi yüzyıl yaşında olan kiliseler beliriyor. Sırtınızı Wawel’e dayayıp karşıya baktığınızda hem Wisla hem de Wawel Castle manzaralı Sheraton, Novotel gibi Krakow standartlarına göre büyük sayılabilecek otelleri görüyorsunuz.

28.09.08

Collegium Philologicum

Beş ay boyunca öğrenim göreceğimiz Jagiellonian University’nin şehrin dışı olarak sayılabilecek bir yerlerde kampüsü olsa da fakültelerinin çoğu şehrin merkezinde. Bu fakültelerden biri de iki hafta boyunca lehçe kurs gördüğümüz Collegium Philologicum. 1614’te teolog Dr. Mathias Sisinius tarafından kurulan eski bir yurt olan bina 19. yüzyılın ortalarında mimar Tomasz Majewski’nin tasarımıyla yeniden inşa edilmiş ve 1925’ten beri de Slav Araştırmaları Enstitüsü olarak kullanımaktaymış. Üniversitenin diğer fakülteleri gibi bunun adı da Latince: “Collegium Philologicum”. Üç katlı binanın birinci katını ikinci kata bağlayan merdivenlerin yanında yükselen duvarda küçük heykelciklerle süslenmiş savaş tasvirleri var. Derslikler, masalar eski olmakla birlikte gayet temizdi. İlk lehçe öğretmenimin adı Renata Okarmus’tu. 35-40 yaşlarındaydı ve İngilizcesi akıcıydı, sanırım yabancılara Lehçe öğretmekte uzmanlaşmıştı.

Krakow’da Güvercinler

Krakow’u keşfe çıkışımın daha ilk gününde fark etmiştim bu Krakowlu güvercinlerde tuhaf bir şeyler olduğunu. Özellikle “Rynek Glowny” (Main Square) dedikleri meydandaki ve o meydana çıkan cadde ve sokaklardaki (tabi ki Krakow’un vazgeçilmezi parklardaki) güvercinler kendilerini kedi sanıyorlar desem yanlış bir teşhis olmaz. Öyle ki, üzerlerine yürüseniz dahi sizden uçarak kaçmıyorlar, kafalarını yan çevirip bir yandan sizi kontrol ederek diğer yandan hızlı adımlarla uzaklaşmayı tercih ediyorlar. Elinizi havaya kaldırsanız, adımlarınızı sıklaştırsanız da birer güvercin olarak kanat çırpma alçakgönüllülüğünü göstermiyorlar. Krakow’daki ilk günlerimde Leh yemekleri yiyebileceğim bir yer bilmediğimden ilk üç gün Mcdonalds’da hamburger yedim. İlk gün, masanın yanı başında, ayakkabılarıma 40- 50 cm uzaklıkta, gözlerini dikmiş beni izleyen güvercini yadırgamış olsam da artık onların şehrin kedileri olduklarını ve insanları rahatsız etmedikleri sürece istedikleri mekana yürüyerek girip çıkma hakkına sahip olduklarını biliyorum.